14 Eylül 2011 Çarşamba

Mağaradakiler*’de Aydın Akisleri

Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün…
Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi?
Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.
Eflatun-Devlet

Cemil Meriç’i sistemli bir fikir adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.

Mağaradakiler’de aydın, intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda payanda hizmeti görmek zorundadır.
Fakat aydın bu yaklaşımla tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta, aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.

Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…

Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.
Schumpeter: “Her tabakadan kopup gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var: Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmak…” (syf.17)
Sartre: “Atomun parçalanması üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)

Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.

Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)

Dereli entelektüelleri liberal ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi, hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist, anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)

Esasen doğru gibi gözükse de C. Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği, geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan sunuluyor.

Schills’e göre entelektüel faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi (tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar (yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)

C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır, ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)

Elbette onca tarifte bu iki temel anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir. Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.
Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)

Masal deyip geçmeyelim. İnsan, kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)

Burada C. Meriç ister istemez üç olguya işaret ediyor; sanat, ütopya ve dinin insansal yaratımlarının ne kadar gerekli ve mecburî olduğunu masal gerçeği üzerinden aktarıyor. Üstelik bu üç olgu da toplumsal sınıflandırmalarda orta sınıfa/tabakaya ait birer yaratım/oluşum. Bir sonraki sayfada Sartre’ın “rahip beyle köylü arasında aracıdır. Görevi: Sınıf tezatlarını gizlemek.” sözüne de yer veriyor ve aklındaki kurdu sofraya atıveriyor. Yani sanatın amacı ne olursa olsun alt ve üst sınıfın arasına sıkışmış kişilerin afyonlanması. İfadelere göre aynı şey din ve ütopyacılık için de geçerli.

“…düşünmek bu iki zümre arasında (mutlular ve sömürülenler) sıkışıp kalanların işidir.” (syf.38)

Burjuva ideolojisi ile intelijansya arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci burjuvanın son kuşağının yani 18.yy. burjuvazisinin ideolojisini bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf ilişkisi…

Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)

Marksist teoriye göre: Namuslu aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya. Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)

Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.

Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)

Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)

Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
  1. Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
  2. İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar
  3. Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)
Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)

Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)

Belki sanatın ve sanatçının bu çağda adım adım kendine çekilerek duyu dünyasından uzaklaşması ve ufak bir çevrende var olmaya çalışması bu sebeple ilintilidir. Yani aydın sınıfı burjuvazinin devrimci enerjisini yitirmesiyle kendini destekleyen, varlığını yoğurarak şekil veren bir güç bulamadı ve sanatı bir geçimlik olarak görmeye, yorumlamaya başladı. Elbette ki basım alanındaki devrimsel nitelikli ilerleyişlerle ve yayımların internet vs. üzerinden anında tüm dünyaya dağıtma imkânına sahip olan sanatçı ister istemez çıkarcı bir ruha büründü ve neden sorusunu yanlış bağlamda sormaya başladı. Hele de sosyalist düşüncenin somut yapıları birer birer düştü ki “Zaten baştan yanılmışız…” düşüncesi oluşmaya başladı.

Nerede Marx’ın namuslu aydını? Anti-küreselleşmeci, devrimci yapıların içinde olduğu kadar etliden sütlüden uzak mağarasında da… Oysa aydınların tek görevi, ezilen tarihi bir sınıfa taktik ve strateji hocalığı yapmak değil hakikatin gölgesini keşfedebilmekti...

Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?” (syf.53) 
Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir şey değil…

Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.

Kurallara başkaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)

Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)

Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)

Sınıf kavgası tarihi bir tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX. Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)

Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)

İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)

Dostları genç Hegelci’ye (Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)

Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!
Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)

Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)

 “Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)

Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.”    (syf.100)

İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)

Mağaradakiler’de yapılan aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır. Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.
Alper Gürkan
* Cemil Meriç; Mağaradakiler, İletişim Yay., 7.Baskı, 2002.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder