“Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün…
Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi?
Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.”
Eflatun-Devlet
Cemil Meriç’i sistemli bir fikir
adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir
aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak
Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de
elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler
de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar
içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman
çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade
Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.
Mağaradakiler’de aydın,
intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en
azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve
tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan
arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla
ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî
ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel
biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir
sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik
grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı
da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir
çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun
zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir
gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak
istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere
yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür
çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya
endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile
özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu
tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî
yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda
payanda hizmeti görmek zorundadır.
Fakat aydın bu yaklaşımla
tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı
altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça
köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında
birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta,
aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş
bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.
Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…
Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.”
Schumpeter: “Her tabakadan kopup
gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük
ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var:
Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder.
Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık
uyandırmak…” (syf.17)
Sartre: “Atomun parçalanması
üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama
aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak
efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir
araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)
Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.
Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)
“Dereli entelektüelleri liberal
ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi,
hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist,
anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)
Esasen doğru gibi gözükse de C.
Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği,
geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve
liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan
sunuluyor.
“Schills’e göre entelektüel
faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi
(tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar
(yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)
C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı
altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve
sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek
tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel
çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen
bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle
taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır,
ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı
düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat
etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)
Elbette onca tarifte bu iki temel
anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir.
Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere
dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz
tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını
belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları
hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.
“Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)
“Masal deyip geçmeyelim. İnsan,
kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka
bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)
Burada C. Meriç ister istemez üç olguya işaret ediyor; sanat, ütopya ve dinin insansal yaratımlarının ne kadar gerekli ve mecburî olduğunu masal gerçeği üzerinden aktarıyor. Üstelik bu üç olgu da toplumsal sınıflandırmalarda orta sınıfa/tabakaya ait birer yaratım/oluşum. Bir sonraki sayfada Sartre’ın “rahip beyle köylü arasında aracıdır. Görevi: Sınıf tezatlarını gizlemek.” sözüne de yer veriyor ve aklındaki kurdu sofraya atıveriyor. Yani sanatın amacı ne olursa olsun alt ve üst sınıfın arasına sıkışmış kişilerin afyonlanması. İfadelere göre aynı şey din ve ütopyacılık için de geçerli.
“…düşünmek bu iki zümre arasında (mutlular ve sömürülenler) sıkışıp kalanların işidir.” (syf.38)
Burjuva ideolojisi ile intelijansya
arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci
burjuvanın son kuşağının yani 18.yy. burjuvazisinin ideolojisini
bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu
belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve
metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf
ilişkisi…
“Kitapla hayat, nazari bilgi ile
günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan
birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)
“Marksist teoriye göre: Namuslu
aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik
hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi
yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler
barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci
hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın
milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya.
Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri
örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine
mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik
iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)
Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.
“Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)
“Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)
“Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
- Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
- İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar
- Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)
“Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)
Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)
Belki sanatın ve sanatçının bu çağda
adım adım kendine çekilerek duyu dünyasından uzaklaşması ve ufak bir
çevrende var olmaya çalışması bu sebeple ilintilidir. Yani aydın sınıfı
burjuvazinin devrimci enerjisini yitirmesiyle kendini destekleyen,
varlığını yoğurarak şekil veren bir güç bulamadı ve sanatı bir geçimlik
olarak görmeye, yorumlamaya başladı. Elbette ki basım alanındaki
devrimsel nitelikli ilerleyişlerle ve yayımların internet vs. üzerinden
anında tüm dünyaya dağıtma imkânına sahip olan sanatçı ister istemez
çıkarcı bir ruha büründü ve neden sorusunu yanlış bağlamda sormaya
başladı. Hele de sosyalist düşüncenin somut yapıları birer birer düştü
ki “Zaten baştan yanılmışız…” düşüncesi oluşmaya başladı.
Nerede Marx’ın namuslu aydını?
Anti-küreselleşmeci, devrimci yapıların içinde olduğu kadar etliden
sütlüden uzak mağarasında da… Oysa aydınların tek görevi, ezilen tarihi
bir sınıfa taktik ve strateji hocalığı yapmak değil hakikatin gölgesini
keşfedebilmekti...
Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?”
(syf.53)
Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik
de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir
şey değil…
Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.”
“Kurallara başkaldıranla yarı
deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı
bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)
“Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)
“Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)
“Sınıf kavgası tarihi bir
tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul
edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX.
Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele
Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için
büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)
Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)
“İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)
“Dostları genç Hegelci’ye
(Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan
her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla
uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)
Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!”
“Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)
Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)
“Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)
Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.” (syf.100)
“İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)
Mağaradakiler’de yapılan
aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi
bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama
için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde
bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas
insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme
bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya
içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir
hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar
yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya
işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle
yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel
düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut
iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette
alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır.
Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.
Alper Gürkan
* Cemil Meriç; Mağaradakiler, İletişim Yay., 7.Baskı, 2002.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder