1 Eylül 2011 Perşembe

Üç İslamî Ekol: Üç Müslüman Bilge*


Seyyid Hüseyin Nasr; İslam fikriyatı içinde “Vahdet-i Vücud,” “Tasavvuf,” “kutsal ilim” gibi mes’eleleri tartışırken evrensel anlamıyla “dinlerin aşkın birliği,” “ezelî hikmet,” “modernlik” gibi konuları da ele alır, inceler ve yorumlar.

Tradisyonalist ekolün temsilcileri olan René Guénon, Martin Lings, Frithjof Schuon gibi düşünürlerle paralel olarak modern düşüncenin yarattığı bunalımı, İslam ya da dinsel tefekkür ile karşılayıp aşmak imkânını sorgulayan Nasr; kitaplarında metafiziğin “engellenmişliğine” rağmen hâlâ büyük kuvvetlere sahip olduğunu ileri sürer ve modern dünya içerisinde yaşanırken gelenekselle olan bağların sürdürülebilirlik imkânına kapı aralamaya çalışır.

Nasr; “İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı,” “Modern Dünyada Geleneksel İslam,” “İslam’da Düşünce ve Hayat,” “Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi” gibi eserlerle bu çağ çıkmazı için İslam’ı ve tasavvufu temel alan bir araştırma metodunun da öncülüğünü yapmaktadır.

“Üç Müslüman Bilge”; Nasr’ın, İslam düşüncesi ve İslam felsefesi konusunda tarihteki üç okulu, onları temsil eden üç düşünür üzerinden ele alıp incelediği bir eserdir: İbn Sina’nın kişiliğinde Meşşaîlik felsefesi, Sührevedi’nin kişiliğinde İşrakîlik ve İbn Arabi’nin kişiliğinde Tasavvuf, kitabın konusudur.

Aristo teolojisi ve Yeni Eflatunculuğu da İslam fikir denizinde eriterek Meşşaî okulunu kuran ve “Arapların Filozofu” namıyla meşhur olan El Kindî için iki tür bilgi vardır: Biri, Allah tarafından rasûl ve nebilere aktarılan ilahî bilgi (el ilm’ül ilahî), diğeri ise zirvesi felsefe olan insanî bilgi (el ilm’ül insanî)’dir. Doğal olarak ilk bilgi ikincisinden üstün kabul edilir ve yoktan var etme ya da cismanî haşr gibi gerçekler akıl ve felsefe tarafından kavranamasalar da -hatta ona aykırı bile düşseler- ilahî bilgiye dayandıkları için kabul edilmelidirler. Bu yüzden denilebilir ki Meşşaîlik fikriyatı, felsefe ve doğa bilimlerinin vahye eklemlenmesiyle ve anlaşılmaya çalışılmasıyla vardırlar. Bu sayede Meşşaî Okulu; Eflatun’u, Arsito’yu, Neo-Platonculuğu, Stoacılığı, Hermetizmi, Pisagorculuğu, antik çağ hekimliğini, matematiği ve akıl-vahiy zıtlaşması dışında kalan tüm fikir ve görüşleri kendi bünyesinde görür. Bunu yaparken, bünyesine dahil ettiği bu disiplerin iç tutarlılık ve sistemlerine bağlı kalır ve bu bağlılığı, İslam toplumunun ihtiyaçlarını gözeterek zenginleştirir.

Nasr, Meşşaîlik’i anlatırken öne aldığı El Kindî’den sonra; el Belhî, el İstahrî, İbn Havkal gibi düşünürleri de anıp alimler tarafından “İkinci Öğretmen” diye anılan Siyaset felsefecisi Farabî’ye, ondan da er Razî, Birunî, Harizmî, İbn Nedim gibi mantıkçı ve ansiklopedistlere ve nihayet İbn Sina’ya geçer. Tüm bu kişiler ve daha nicesi ile İhvan’üs Safa, İbn Sina için birer öncüdür.

Batı’da Avicenna diye bilinen ve Müslümanlarca Hekimler Sultanı diye anılan İbn Sina’nın Orta Çağ skolastik felsefesinin temellerini attığı, Hipokrat ve Galen tıp geleneklerini birleştirdiği kabul görmektedir.

Varlıkbilim (ontoloji) evrenbilim, melekler bilimi, tabiat bilimleri, matematik, psikoloji ile din ve vahiy ilişkisi, batınî felsefe gibi ana başlıklarla İbn Sina’nın hayatının yanı sıra görüşlerini de aktaran Nasr; onun kurduğu okul ile de Meşşaî felsefesine ve İslam tefekkür dünyasına yaptığı katkıyı aktarır.

Abbasîlerin siyaseten zayıfladıkları bir dönemde bazı fâkihler, Aristo felsefesindeki rasyonalist boyuta karşı çıkan sûfîler ve Eş’arî Kelamı, bir cephe oluşturup; bazı Şiî meliklerin güçlenmesinin de etkisiyle Meşşaîlik’i, yoğun olarak eleştirmeye başlarlar. Özellikle Gazalî’nin tasavvufa yönelip de felsefecilere saldırması sayesinde doğudan batıya, Endülüs’e kayan Meşşaî düşüncesi; İbn Bacce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd gibi meşhur filozoflarca yaşatılırsa da gücünü giderek yitirir.

Ûlema içinden Selahaddin’e baskı yapılması yüzünden hapsedilerek 38 yaşındayken vefat eden Sühreverdi; aldığı eğitim sayesinde hem mantık ve felsefeye hem de tasavvufa hâkimdi. Ardında bıraktığı eserlerde Zerdüştlük, Pisagorculuk, Eflatunculuk, Simyacılık, Hermetizm gibi pek çok geleneğin izlerini aktaran birisi olarak da İşrakîlik’in şeyhi kabul edildi. Bu kadar çok gelenekten izler taşıması; onun eklektik bir görüşler bütününe sahip olduğunu değil, philosofia perennis (ezeli hikmet)’e dönük olduğunu gösteriyordu.

Sühreverdi’nin, iki hikmet geleneğinin bir sentezi olarak ortaya çıkardığı İşrak felsefesi; “şeyhleri Eflatun olan filozoflar,” “Şifin izleyicileri” ya da Hermetizm ile doğrudan bağlantılı diye nitelendirildiyse de kendisi; hem istidlalî akla, hem kalbî sezgiye, hem formal eğitime, hem de nefsin arındırılmasına dayanarak gerçeğe ulaşmak için bilgiyle meşgûl olmayı seçmişti.

Bu bölümde; coğrafî sembolizm, hikmet’ül işrak, Meşşaî felsefesinin eleştirisi, ontoloji, melekler, fizik ve psikoloji, ahiret ve manevî bir olma, iç-görsel anlatılar, İşrakî gelenek gibi konu başlıkları üzerinden Nasr; İşrakîlik ve Sühreverdi’nin görüşlerine yer verir.

“Manevî/rûhî bir gerçeklenme ve kutsallık ve marifeti elde etme yolu olarak tasavvuf; kalbî, batınî ya da iç boyutunu oluşturduğu İslam vahyinin ayrılmaz bir iç öğesidir.” diyen Seyyid Hüseyin Nasr, Tasavvuf’un köklerini İslam Nebiî Hz.Muhammed ve Ali bin Ebu Talib’e dayandırır.

Rasûl’ün öğretilerinin iç boyutu olan ve bugüne değin İslam’ın batınî boyutunu temsil eden tasavvuf, Rasûl’ün vefatından sonra -kendisi de bir Şiî olan Nasr’ın aktardığı Şiî görüşüne göre- Ali ve İmamlar ile Caferî Sadık, Ali er-Rıza, Zü’n Nun’ı Mısrî, Muhasibî, Edhem, Bestamî, Hallac, Cüneydî Bağdadî gibi velilerin yolu olmuştur. İran, Arap yarımadası, Afrika ve Anadolu’da birçok takipçi bulan tasavvuf, Endülüslü Şeyhlerin şeyhi İbn Arabî ile sistemli bir şekilde dile getirilmeye başlanır.

İbn Arabî, psikolojik ve antropolojik bir temele yaslandığı kadar metafizik ve kozmolojiyi de kapsayan bir doktrin oluşturur ki bu, Vahdet-i Vûcud (Varlığın Aşkın Birliği) diye anılan görüş ve yöntemler bütünüdür. Vahdet-i Vûcud; Arabî’nin kendinden önceki şeyhler tarafından da dile getirilip uygulanan sûfî doktrinlerin açık bir şekilde formüle edilmesidir. Bu durum onu, “İslam irfanının en üst düzeydeki açıklayıcısı” yapmıştır.

Bu bölüm içerisinde; sembolizm, Vahdet-i Vûcud, isimler ve sıfatlar, insan-ı kâmil veya logos, yaradılış ve kozmoloji, bir olma, dinlerin birliği gibi konuları da işleyen Nasr, son olarak Arabî’den sonra Tasavvuf’un durumunu da anlatarak eserini tamamlar.

* * *

Denildiği gibi Tradisyonalist (Gelenekselci) ekolün bir temsilcisi olan Nasr; her ne kadar ezelî hikmet adına yaptığı araştırmalarında ziyadesiyle tasavvuf’un varlıksal, varoluşsal ve dinsel birliği üstünde duran bir düşünür olsa da Meşşaîlik’in de İşrakîlik’in de uzağında olan birisi değildir. Çünkü bu kitap vasıtasıyla da yazmış olduğu eserler ve verdiği konferanslar sayesinde de söylediklerinden anlaşılmaktadır ki o da; ne vahyin hikmete dayalı sırrından ne de aklın ulaşabileceği bilgelikten uzak durulmamasını tavsiye eden birisidir.

Kitabıyla da üç İslamî ekolü; bir olan hakikatin farklı yüzleri olarak sunuyor okura. 
Alper Gürkan
26 Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder