Seyyid Hüseyin Nasr; İslam fikriyatı içinde “Vahdet-i Vücud,”
“Tasavvuf,” “kutsal ilim” gibi mes’eleleri tartışırken evrensel
anlamıyla “dinlerin aşkın birliği,” “ezelî hikmet,” “modernlik” gibi
konuları da ele alır, inceler ve yorumlar.
Tradisyonalist ekolün temsilcileri olan René Guénon,
Martin Lings, Frithjof Schuon gibi düşünürlerle paralel olarak modern
düşüncenin yarattığı bunalımı, İslam ya da dinsel tefekkür ile
karşılayıp aşmak imkânını sorgulayan Nasr; kitaplarında metafiziğin
“engellenmişliğine” rağmen hâlâ büyük kuvvetlere sahip olduğunu ileri
sürer ve modern dünya içerisinde yaşanırken gelenekselle olan bağların
sürdürülebilirlik imkânına kapı aralamaya çalışır.
Nasr;
“İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı,” “Modern Dünyada Geleneksel İslam,”
“İslam’da Düşünce ve Hayat,” “Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi” gibi
eserlerle bu çağ çıkmazı için İslam’ı ve tasavvufu temel alan bir
araştırma metodunun da öncülüğünü yapmaktadır.
“Üç Müslüman Bilge”; Nasr’ın, İslam düşüncesi ve
İslam felsefesi konusunda tarihteki üç okulu, onları temsil eden üç
düşünür üzerinden ele alıp incelediği bir eserdir: İbn Sina’nın
kişiliğinde Meşşaîlik felsefesi, Sührevedi’nin kişiliğinde İşrakîlik ve
İbn Arabi’nin kişiliğinde Tasavvuf, kitabın konusudur.
Aristo teolojisi ve Yeni Eflatunculuğu da İslam fikir
denizinde eriterek Meşşaî okulunu kuran ve “Arapların Filozofu” namıyla
meşhur olan El Kindî için iki tür bilgi vardır: Biri, Allah tarafından
rasûl ve nebilere aktarılan ilahî bilgi (el ilm’ül ilahî), diğeri ise
zirvesi felsefe olan insanî bilgi (el ilm’ül insanî)’dir. Doğal olarak
ilk bilgi ikincisinden üstün kabul edilir ve yoktan var etme ya da
cismanî haşr gibi gerçekler akıl ve felsefe tarafından kavranamasalar da
-hatta ona aykırı bile düşseler- ilahî bilgiye dayandıkları için kabul
edilmelidirler. Bu yüzden denilebilir ki Meşşaîlik fikriyatı, felsefe ve
doğa bilimlerinin vahye eklemlenmesiyle ve anlaşılmaya çalışılmasıyla
vardırlar. Bu sayede Meşşaî Okulu; Eflatun’u, Arsito’yu,
Neo-Platonculuğu, Stoacılığı, Hermetizmi, Pisagorculuğu, antik çağ
hekimliğini, matematiği ve akıl-vahiy zıtlaşması dışında kalan tüm fikir
ve görüşleri kendi bünyesinde görür. Bunu yaparken, bünyesine dahil
ettiği bu disiplerin iç tutarlılık ve sistemlerine bağlı kalır ve bu
bağlılığı, İslam toplumunun ihtiyaçlarını gözeterek zenginleştirir.
Nasr, Meşşaîlik’i anlatırken öne aldığı El Kindî’den
sonra; el Belhî, el İstahrî, İbn Havkal gibi düşünürleri de anıp alimler
tarafından “İkinci Öğretmen” diye anılan Siyaset felsefecisi Farabî’ye,
ondan da er Razî, Birunî, Harizmî, İbn Nedim gibi mantıkçı ve
ansiklopedistlere ve nihayet İbn Sina’ya geçer. Tüm bu kişiler ve daha
nicesi ile İhvan’üs Safa, İbn Sina için birer öncüdür.
Batı’da Avicenna diye bilinen ve Müslümanlarca
Hekimler Sultanı diye anılan İbn Sina’nın Orta Çağ skolastik
felsefesinin temellerini attığı, Hipokrat ve Galen tıp geleneklerini
birleştirdiği kabul görmektedir.
Varlıkbilim (ontoloji) evrenbilim, melekler bilimi,
tabiat bilimleri, matematik, psikoloji ile din ve vahiy ilişkisi, batınî
felsefe gibi ana başlıklarla İbn Sina’nın hayatının yanı sıra
görüşlerini de aktaran Nasr; onun kurduğu okul ile de Meşşaî felsefesine
ve İslam tefekkür dünyasına yaptığı katkıyı aktarır.
Abbasîlerin siyaseten zayıfladıkları bir dönemde bazı
fâkihler, Aristo felsefesindeki rasyonalist boyuta karşı çıkan sûfîler
ve Eş’arî Kelamı, bir cephe oluşturup; bazı Şiî meliklerin güçlenmesinin
de etkisiyle Meşşaîlik’i, yoğun olarak eleştirmeye başlarlar. Özellikle
Gazalî’nin tasavvufa yönelip de felsefecilere saldırması sayesinde
doğudan batıya, Endülüs’e kayan Meşşaî düşüncesi; İbn Bacce, İbn Tufeyl,
İbn Rüşd gibi meşhur filozoflarca yaşatılırsa da gücünü giderek
yitirir.
Ûlema içinden Selahaddin’e baskı yapılması yüzünden
hapsedilerek 38 yaşındayken vefat eden Sühreverdi; aldığı eğitim
sayesinde hem mantık ve felsefeye hem de tasavvufa hâkimdi. Ardında
bıraktığı eserlerde Zerdüştlük, Pisagorculuk, Eflatunculuk, Simyacılık,
Hermetizm gibi pek çok geleneğin izlerini aktaran birisi olarak da
İşrakîlik’in şeyhi kabul edildi. Bu kadar çok gelenekten izler taşıması;
onun eklektik bir görüşler bütününe sahip olduğunu değil, philosofia
perennis (ezeli hikmet)’e dönük olduğunu gösteriyordu.
Sühreverdi’nin, iki hikmet geleneğinin bir sentezi
olarak ortaya çıkardığı İşrak felsefesi; “şeyhleri Eflatun olan
filozoflar,” “Şifin izleyicileri” ya da Hermetizm ile doğrudan
bağlantılı diye nitelendirildiyse de kendisi; hem istidlalî akla, hem
kalbî sezgiye, hem formal eğitime, hem de nefsin arındırılmasına
dayanarak gerçeğe ulaşmak için bilgiyle meşgûl olmayı seçmişti.
Bu bölümde; coğrafî sembolizm, hikmet’ül işrak,
Meşşaî felsefesinin eleştirisi, ontoloji, melekler, fizik ve psikoloji,
ahiret ve manevî bir olma, iç-görsel anlatılar, İşrakî gelenek gibi konu
başlıkları üzerinden Nasr; İşrakîlik ve Sühreverdi’nin görüşlerine yer
verir.
“Manevî/rûhî bir gerçeklenme ve kutsallık ve marifeti
elde etme yolu olarak tasavvuf; kalbî, batınî ya da iç boyutunu
oluşturduğu İslam vahyinin ayrılmaz bir iç öğesidir.” diyen Seyyid
Hüseyin Nasr, Tasavvuf’un köklerini İslam Nebiî Hz.Muhammed ve Ali bin
Ebu Talib’e dayandırır.
Rasûl’ün öğretilerinin iç boyutu olan ve bugüne değin
İslam’ın batınî boyutunu temsil eden tasavvuf, Rasûl’ün vefatından
sonra -kendisi de bir Şiî olan Nasr’ın aktardığı Şiî görüşüne göre- Ali
ve İmamlar ile Caferî Sadık, Ali er-Rıza, Zü’n Nun’ı Mısrî, Muhasibî,
Edhem, Bestamî, Hallac, Cüneydî Bağdadî gibi velilerin yolu olmuştur.
İran, Arap yarımadası, Afrika ve Anadolu’da birçok takipçi bulan tasavvuf, Endülüslü Şeyhlerin şeyhi İbn Arabî ile sistemli bir şekilde
dile getirilmeye başlanır.
İbn Arabî, psikolojik ve antropolojik bir temele
yaslandığı kadar metafizik ve kozmolojiyi de kapsayan bir doktrin
oluşturur ki bu, Vahdet-i Vûcud (Varlığın Aşkın Birliği) diye anılan
görüş ve yöntemler bütünüdür. Vahdet-i Vûcud; Arabî’nin kendinden önceki
şeyhler tarafından da dile getirilip uygulanan sûfî doktrinlerin açık
bir şekilde formüle edilmesidir. Bu durum onu, “İslam irfanının en üst
düzeydeki açıklayıcısı” yapmıştır.
Bu bölüm içerisinde; sembolizm, Vahdet-i Vûcud,
isimler ve sıfatlar, insan-ı kâmil veya logos, yaradılış ve kozmoloji,
bir olma, dinlerin birliği gibi konuları da işleyen Nasr, son olarak
Arabî’den sonra Tasavvuf’un durumunu da anlatarak eserini tamamlar.
* * *
Denildiği gibi Tradisyonalist (Gelenekselci) ekolün
bir temsilcisi olan Nasr; her ne kadar ezelî hikmet adına yaptığı
araştırmalarında ziyadesiyle tasavvuf’un varlıksal, varoluşsal ve dinsel
birliği üstünde duran bir düşünür olsa da Meşşaîlik’in de İşrakîlik’in
de uzağında olan birisi değildir. Çünkü bu kitap vasıtasıyla da yazmış
olduğu eserler ve verdiği konferanslar sayesinde de söylediklerinden
anlaşılmaktadır ki o da; ne vahyin hikmete dayalı sırrından ne de aklın
ulaşabileceği bilgelikten uzak durulmamasını tavsiye eden birisidir.
Kitabıyla da üç İslamî ekolü; bir olan hakikatin
farklı yüzleri olarak sunuyor okura.
Alper Gürkan
26 Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder