Muhafazakâr
ideoloji, dinî araçsallaştırırak geniş bir kitleye erişebilme
kabiliyetiyle donanmışsa da modern olmaklığı bakımından diğer
ideolojilerden herhangi bir farklılık içermemektedir. Hatta
-toplumu mekanik değil organik olarak ele almakla- değişmeyi
gerekli görmekte ve fakat devrimci değil tedricî bir değişmeyi
olumlamaktadır. Bu yönden muhafazakârlık, yeniyi reddetmekten
fazla olarak eski olanın modernlik içerisinde sürekliliğini
vurgulamaktır. Mevcut şartlar yıkıcı bazı olumsuzluklar ya da
toplumun ekonomik ve güvenliğe ilişkin temel kaygılarını tehdit
edici bir durum içermedikçe genel eğilimin muhafazakârca
olmasının sebebi de budur. Yeniye karşı toplumsal eğilimi
biçimlendirme siyaseti olarak muhafazakârlığın yaygın şekilde
bir adaptasyon aracı olduğu olduğu söylenebilir: 1950'de iktidara
gelen DP'nin "devrimlerin" bazısını geri alma gayreti,
Türk siyasetinde muhfazakârlığın sıkça başvurduğu bir
söylemin de esası olmuştur fakat hiçbir parti iktidar sürecinde
bu yönde bir pratik geliştirme çabası içinde olmamıştır.
Aksine ilerleme, sanayileşme, demokratikleşme söylemlerine bağlı
olarak "asrî medeniyetler seviyesi" vurgulanmış ve
küresel ekonomiye entegrasyonda en büyük işlevi muhafazakârlar
yüklenmiştir. Arap devrimleri sonrasında da iktidara gelen,
muhafazakâr değerler üzerinden siyaset yapan İslâmcı hükümetler
de benzer bir hattı takip etmeye çalışmışlardır.
25 Ocak 2015 Pazar
20 Ocak 2015 Salı
Siyaset-Sermaye-Din: Türkiye'de Yeni Kapitalizmin İşlerliği
Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan, Türkiye'de Yeni Kapitalizm
isimli çalışmalarında hükümet ve iş dünyası arasındaki
ilişkileri değiştiren gelişmeler üzerine odaklanırlar. Yazarlar
bunu yaparken Türkiye'nin ekonomik gelişimini 1980 öncesi ulusal
ekonomi ve sonrası olarak ele alıp, ilk dönemde devletin
müdahaleci tutumuna, ikinci bölümdeyse özellikle politik olarak
liberal olan ama popülizm nedeniyle muhafazakâr bir kimliğe de
ihtiyaç duyan iktidarlara odaklanırlar. -Ki bu Türkiye'nin doğal
iktidar yapısıdır. Bu sebeple konu ister istemez İslam'la
ilişkilenir. Özellikle AKP döneminde neoliberal uygulamaların
baskınlığının dinsel söylemle iç içe yürütülmesi,
Anadolu'daki İslamî cemaat ağlarının etkisi altındaki yeni
sermayenin birikim süreci ve iş dünyası-hükümet ekseninde
tartışılır.
Arkaplan
Dünya ekonomisi üzerinde etki eden 1973 Petrol krizini müteakip
kaybedilen sermayeyi telafi edebilmek amacıyla sanayileşmiş
ülkeler mevcut sosyal düzenlerinde bir değişime giderek II.
Savaş'tan beri sürdürülen refah devleti uygulamalarına son
verdiler. Ortaya çıkan hâkim ideoloji olan neoliberalizmle
birlikte mal, hizmet ve sermayenin dünya çapında serbest dolaşımı
için düzenlemeler yapıldı ve buna uygun olmayan ülkeler hedef
alındı. -Bu noktada yeni muhafazakârlığın da rolü vardır.
İşleyen sürecin bir parçası olarak kapitalist ülkelere göre
daha kapalı ve ulusal bir ekonomik yapısı olan Türkiye de -IMF
paketinden yararlanma kozu kullanılarak- 24 Ocak 1980'de alınan
kararlarla küresel düzene entegre edilmek istendi. Ancak ülke
içindeki siyasî istikrarsızlık nedeniyle bu yürütülemeyince
askerî darbe kanalıyla neoliberal politikalar hayata geçirilmeye
başlandı.
Türkiye'nin ulusal bir ekonomiyken 1980'den sonra giderek küresel
ekonomiye entegre olmaya başlamasının anlamı Osmanlı'dan
aktarılan bazı tecrübelerin bir şekilde ekonomik alandaki
devamlılığı olarak okunabilir: Cumhuriyet döneminde Osmanlı
tecrübesi nedeniyle dış borçlanma içine girilmek istenmediği
için ("Tam bağımsızlık, ancak
ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.") ülke kendi
imkânlarıyla sanayileşmeye çalışmış ve tarım ilkel düzeyde
kalmıştır. II. Savaş'ı müteakip kapitalizmin yeniden
örgütlenmesi sürecinde Tükiye'ye tarım ülkesi olma rolü ve
kredileri verilerek tarım kapitalistleştirilirken sanayide
ithalatçılık nedeniyle ciddi bir gelişme yaşanmamıştır. Bu da
tarım ürünlerinin ihraç edilmesi, sanayi ürünlerinin ithali ile
olmuştur. Devlet piyasa üzerinde otoriter hâkimiyete başvurarak
ekonomik denge sağlanmaya çalışılmıştır. Bir çok ürünün
ihracatı yasaklanmış ve ülkeden para çıkışının önüne
geçilmek istenmiştir. Bu durum bir şekilde ekonominin kapalılığına
sebep vermiştir.
1960-1970 arasında yakalanan yüksek büyüme hızı ve
sanayileşmedeki ithal ikameci model ile mamul tüketici malları
ülke içinde üretilmeye başlandıysa da ara ürünlere ve enerjiye
duyulan ihtiyaç, özellikle Petrol Krizi sonrasında mevcut sistemi
yeniden baskılamaya başlar. Bunun sonucu olarak da siyasî ve
ekonomik istikrarsızlık ortaya çıktı. Bu durum devletin
müdahaleciliğinin piyasanın istenildiği gibi gelişmesinde etkili
olmadığı fikrini güçlendirir.
15 Ocak 2015 Perşembe
Yeniden Demokrasi Nefretine Doğru
İdealize edilmiş bir burjuva değer sistemi olarak demokrasi, eleştirel bakışın güçlenebildiği ölçüde modernlik ve kapitalizmin tamamlayanı biçiminde değerlendirilmektedir. Bu yapılmadığı takdirde İslâm'ın teklifinin demokrasiye indirgenmesi ya da toplumsal her sorunun ilacı gibi sunulmasının önüne geçilemeyecektir. Tarihsel olarak demokrasi tecrübeleri faklı açılardan eleştirilirken aslında birbirinden farklı demokrasilerden söz edildiği de dikkate alınınca mevcut dünya sisteminin demokratikleşmeye verdiği önemin sebebi de görülebilir hâle gelmektedir. Çünkü demokrasi, modernliğin tüm kurumları için en uygun işletim sistemidir.
Bu aslında açık bir zaaf var eder. Ama sürekli üstü örtülmek istenmektedir ve örtülmektedir. Demokrasi Nefreti kitabında Ranciére, demokrasinin bu zaaflarını tartışırken demokrasi eleştirilerini üç yönden ele alır; ikisi tarihî olarak gerçekleşmiş, birisi de hâlâ devam etmektedir. İlk olarak demokrasi nefreti bu sistemin icat edildiği Yunan'da ortaya çıkmıştır: Çokluğun oybirliğiyle karar almasını korkutucu bulan ilk eleştirmenler demokrasiden çirkin bir şey olarak söz ederler. Ki bu çokluk toprak sahibi erkeklerden müteşekkildir. -Bugün de vahiy yoluyla gelen kutsal yasanın siyaseten tek meşru temel olduğunu düşünenler de temelde bu tezi savunmaktalar. Yunan tecrübesinde Platon'un Devlet üzerinden yürüttüğü ilk eleştiriler biraz da hocası Sokrates ile ilgili olmakla beraber felsefî bakıştan azade sayılamaz. Başka kentler katılmışsalar da Atina ile Sparta arasında kristalize olan Peloponez Savaşı ile Atina'daki demokrasi yıkılarak yerine "daha" oligarşik karakterli Otuz Tiran rejimi kurulmuştur. Bir yıl sonra yeniden demokrasi tesis edilince, tiran rejimini savunan ve demokrasiyi aşağılayan Sokrates idam edilmiştir. Platon, esasen devlet eliyle işlenen siyasî cinayete kurban giden hocasının yolunu izleyerek demokrasinin iktisadî güce karşı zaaflarının yerine Sparta'nın toplumu kurucu rejimini makulleştirmiştir. İkinci olaraksa Marx tarafından sistemleştirilen bir demokrasi eleştirisi vardır ki bu da ekonomi-politik pencereden bakar: Biçimsel demokrasinin kurumları, hâkim sınıfın iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığı araçlardan ibarettir. Bu yönden modern demokrasi, burjuvazinin devleti bir tahakküm aracı olarak kullanmasından başka bir şey değildir.
Ranciére, günümüzde canlanan demokrasi nefretini bu iki tarihî eleştiriden ayırarak her ikisinden de devşirdiği öğelerle ortaya çıkan üçüncü bir karakter taşıdığını söyler. Bu yeni nefret biçiminin temel karakteri eleştirinin, demokrasinin olgun meyvelerini tüketen ülkeler içinde gelişmesidir. Demokrasi eleştirisini üretenler, kendilerini demokrasiyle özdeşleştiren ülkelerin entelektüelleridir. Ranciére'e göre bu kesim için esas sorun aslında demokrasinin kendisinde değil, demokrasi ile iktidarı somutlaşan halkta ve onların âdetlerindedir. Bu yönden eleştirilerinin gerçek hedefi demokrasiden çok demokrasi ile iktidara gelmiş olan yozlaşmış yönetimlerdir. Bu durum bir uygarlık bunalımı olarak ele alınarak "demokratik uygarlığın sürüklendiği felaketi önleyen" iyi bir demokrasinin olmamasından yakınma biçiminde özetlenebilir.
Farklılıklara saygı, çokkültürlülük, evrenselcilik gibi konularda demokrasiyi önemseyen ama bütün kötülüklerin başı olarak da ABD'yi sürekli eleştiren bu kesimin bir ikilem içinde olduğunu ileri sürer yazar: Aynı ABD, dünyanın bir yerine silahların gücüyle demokrasi götürmek istediğinde ilk alkışlayanlar da onlardır. Arap Baharı diye adlandırılan süreçte "Ortadoğu'da Demokrasi Yükseliyor" biçiminde kurulan algı ile diktatörlüklerin yıkılmasının, demokrasinin bir zaferi gibi sunulduğuna dikkat çeker. -Tıpkı 1945'te Amerikan uçaklarının Berlin'i bombalaması ve özgür dünyanın tanklarının şehre girmesi gibi. Aslında orada görülen şey, demokrasi eksikliği ya da diktatörlük değil, serbest piyasanın çalışmasına engel olan ekonomik modellerdir. Arap Baharı sayesinde bu ülkelerin pazarları da küresel entegrasyona yöneltilmişlerdir nihayetinde.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)