28 Ocak 2016 Perşembe

Bilgi ve Belirlenmişlik Sorunu: Modern Bilimin Dinsel Karakteri

"Evrenselcilikte bir aldatmaca vardır. Evrenselcilik, serbestçe dolaşan bir ideoloji olarak değil, tarihsel kapitalizmin dünya sisteminde iktisadi ve siyasal iktidarı elinde tutanlar tarafından yayılan bir ideoloji olarak yol almıştır. Dünyaya, güçlünün zayıfa bir armağanı gibi sunulmuştur. Timeo Danaos et dona ferentes!* (Yunanlılardan armağan getirdikleri zaman da korkarım)."

Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm

Foucault, Bilginin Arkeolojisi'nde gelişme ve evrim fikrine dair ilgimizi çeken bir şey söyler: "(...) dağınık olayların bir ard arda gelişini yeniden bir araya toplamak, onları bir ve aynı düzenleyici ilkeye bağlamak (...) zamanı esere egemen kılmak imkânı verir." Bu fikrin zamanı esere ya da çağı ortaya çıkarılana veya tarihi fenomenlere egemen kılma temeli, "Gelen-ek" biçiminde kavranan bir olgusal süreklilik fikrinden beslenmek yönünden Marksist yapısalcılığın tarih okumasını da görünür kılar: Tarihin bir bütün ya da yapı olarak varoluşu, ona anlamını veren toplum biçiminin içinde yer alan güçlerin yarattıkları dinamizme bağlıdır; tarihin sınıf savaşımlarının üzerinden okunması sadece ilerleyen bir bilinç fikrine (evrime) değil, bu zamansallığın belirli bir olgu etrafında (sınıflı toplum) biçimlenmesi olarak tarihin sabitlenmesine de ulaştığı görülür. Bu sabitleme işi tarihin mutlaklaştırılması demek olduğu için bugünün de dahil olduğu tüm zamanın aynı boya ile -belirli bir olgunun genişleyip saçılmasıyla, boyanması sonucunu kendiliğinden getirir ki deterministik yönü itibariyle Hegel'in teleolojik/amaçsal açıklamasının bir türeviyle karşılaşırız. İnsanın ve hayatın anlamı, tarihin yöneldiği komünist tinselliğin normlaştırılması üzerinden yapılandırılarak değersizleştirilir burada: Sözkonu norm vasıtasıyla insan-lık (kurumu) insandan, geleceği içkin tarih şimdiki ândan ve yani yapının birime önceliği anlamında düzenlilik fikrinin (ideal) gerçeklikten üstünlüğünü ürettiği bir hiyerarşiyi de meşrûlaştırır. İdeal olanın normlaştırılması, gerçekliğin bu norma göre daha aşağıda görülmesi tinselliğe ilişkin söylemlerin doğru (normal) kabul edilerek oldukları gibi içselleştirilmelerini gerektirir. Bu durum elbette -bürokratik ağ ve askerî yapılanmayı içinde buharlaştıran devlet, sınıf ya da toplum gibi soyutlukların şeyleştirilerek yüceltilmelerine de imkân tanımaktadır. Bu anlamda Marksist ideolojinin kendisinin de bir "yanlış bilinç" ürettiği sonucu ortaya çıkar: Bu yanlış bilinç, fikirsel olarak teklifinin kötü olduğu anlamında değil, tarihin yöneldiği mutlak anlamı ifade eden idealist/ideolojik söylemin gerçekliği değersizleştirmesi anlamındadır.

Bu sonuç Alman İdeolojisi'ndeki burjuvaziye yönelik eleştiriyle de tasdik edilecektir: "Gerçekten de, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek, mantıklı ve evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır." Burada Marx ve Engels'in burjuvazinin ya da aristokrasinin kendi çıkarlarına hizmet ettiği için tek gerçeklik olarak dayattıkları fikirler (ideoloji) eleştirisi, aynı zamanda gerçekliğin dayatılabilmesinin aracı olarak "bir norm olarak evrenselliğe" müracaat edildiği fikrini de içermektedir ki aristokrasiye karşı Fransız burjuvazisini bu yönden örneklerler. Çıkarım şudur: Daha geniş bir toplumsal tabana dayanan sınıf doğal olarak daha evrenseldir.

Burada dikkat ettiğimiz husus Marx'ın bu değerlendirmesinin yanlış ya da doğru olduğu değildir. Ancak tarihin bir süreklilik olarak kavranmasının normatif yönü itibariyle bir tarih ahlâkçılığı sonucunu kendiliğinden doğurduğu ve doğal olarak tarihin pragmatist bir okumaya tabi tutularak, olduğu hâliyle -ya da gerçeklik içinde değil, bir idealizm nesnesi suretinde kavrandığıdır. Bu kavrayış, Foucault'nun dikkat çektiği -dağınık olayları düzenleyici ilke fikrinin tarihe ve topluma aynı anda uygulandığında ortaya çıkan çarpıtmayı göstermesi açısından dikkate değerdir: Nitekim Marksist teorinin yapısalcılığı, dinamizmin yönü itibariyle bütünün parçaları belirlediği ve tıpkı egemen maddî gücün egemen zihinsel gücü formatladığı ya da iktisadî ilişkilerin kültürel yapıyı kurduğu gibi fikirleri de içkindir. Bununla birlikte bu belirlemenin diyalektikten soyutlanmış bir kesinlik içerdiğini söylemek de uygun düşmez. Örnek olarak ekonomik ilişkilerin kültüre yansımasında, kültürel olandaki mevcut değerlerin ekonomik sahadaki karşılıklarının veya maddî olanın tinsel alanda geçirebileceği başkalaşımın hesaba katılması da gerekmektedir. Nihayet toplumsal dünyadan söz edildiğinde şu nokta önemlidir: Toplumu bir yapı olarak kuran dinamizm, çoklu etkileşimlerle mümkündür; tarihsel, ideolojik, kültürel, coğrafî ya da dinî birçok faktör; kurumlar, sınıflar, gruplar ve bireyler düzeyinde daimî temaslar hâlindedir. -Tüm bunlarla beraber tasvir edilmek istenecek bir durumun (sosyal olgunun), (belirlenmiş bir norm içermesi yönünden) ne gibi bir evrensellik değeri ortaya koyacağı belirsizdir ki Marx'ın kendisi de bunun farkında olarak örneğin Asya'daki (kategori dışı) toplumları açıklayabilmek için ATÜT'na başvurmak durumunda kalmıştır. Marksist teori açısından bu dinamizm tarihsel sürekliliğin temel unsuru olarak sınıfların mücadele alanında belirli bir ivme var etmekte, yönünün belli olduğu bir akışla görünürleşmektedir. Bu kavrayışta bireyler de toplumsal varlıklarınca belirlenmiş bilinç hâlleri olarak tarihin akışına kapılmış gitmektedirler. Özetle marksizm açısından "Bilinci var eden toplumsal varoluştur" ve bu çeşitlendirilirse; bireyi var eden yapı, bugünü var eden tarih, değeri belirleyen mutlak tinselliğin ortaya çıkardığı normatif ilkedir.

Marx'ın bazı vurgularına geçmeden önce normatif düzenlilik açısından Wallerstein'ın Tarihsel Kapitalizm'de dikkat çektiği bir hususu not etmek gerek: Wallerstein bilginin işlevini ele alırken evrenselcilik vasıtasıtasıyla kurulan toplumsal dünyaya ilişkin doğru ve anlamlı genel önermelerin araştırılarak ortaya konacağı hakikat söylemi aracılığıyla sadece kitlelerin değil aydınların da afyonlanmalarından söz eder. Bu hakikatin bir bilgi kuramı olduğu kadar bir inanç sistemi olmasıyla da ilişkilidir elbette; tarihsel koşullardan arındırılmış bu hakikat, kültürel bir ideal olarak aslında tam da Nietzsche'nin işaret ettiği puttan başka bir şey değildir: Tersyüz edilmiş bir dünyanın kurulumu için gerekli temel de evsensel hakikat söylemiyle atılabilecektir. Hatırlanırsa egemenlerin iradesiyle biçimlenen "bu dünya"da ideal olan gerçeğe, gerçek de ideale dönüştürülmüştü: Bunun vasıtası işte, her gözün gördüğü şeyi esasen görmemesi demek olan "kendinde şey"in bilgisinden başka bir şey değildi. Wallerstein bu hakikat söylemini doğrudan tarihsel kapitalizmle açıklar: "Kolektif eğitimimiz bize hakikati aramanın çıkar beklentilerinden uzak bir erdem olduğunu öğretmiştir, oysa gerçekte, kendi çıkarına yönelik bir akılcılaştırmadır." Sözkonusu evrenselciliğin özellikle nesnelliğe dair bilimsel sabitlikleri, akılcılık vasıtasıyla gerçekliği göz önüne sunulan bir dinin dogmaları gibidir; modern bilim bir din olarak her yerde hazır, "nâzır" ve geçerli öğretisiyle hem aklın kriteri olabilmekte hem de akılcılığın kendiliğinden sonucu. Bu durum modern bilimselliğin aşılması imkânsız döngüselliğini gösterir: Onu olumsuzlayıcı nitelikte bir tespitin ortaya konulması doğası gereği akıldışı olacağı için modern bilimin efsaneleri, baskın olduğu tüm zihniyet alanlarında birebir gerçekliği temsil düzeyinde bulunacaklardır. Pozitivist yönelim, normatifliği bilimsel alandan dışlama gereği duyan bir yaklaşım olsa da bu, kendi değerini geçerli hâle getirme adına bir söylemden ibarettir. Nihayetinde pozitivizmin araştırmanın ve kanıtlamanın geçerliliği ilkesi -güvenilirlik ilkesiyle birlikte nesnellik görünümündeki bir "evrenselcilik" hükmüne yaslanmaktadır.

Evrenselcilik ilkesinin -ki daha isimlendirmede hatalıdır, belki küreselcilik denilmeliydi; modernliğin kaçınılmazlığı/zorunluluğu fikrini de meşrûlaştırdığı dikkate alınırsa özellikle Zygmunt Bauman'ın dikkat çektiği bağlamda entelektüellerin işlevleri açısından kültürün ve uygarlığın söylemsel düzeyde icat edilmeleri bir şeyi çok açık gösterir: İnsanlar, kaçınılamaz bir düzenlilik içinde yaşadıklarına ikna edilmekte ve bu iknanın aracı olarak eğitim kurumu ve onun rahipleri olarak entelektüeller kullanılmaktadır. Featherstone'un kültür aracısı dediği entelektüeller kabul görmek için bu düzenliliğin mevcudiyetini olumlamak zorunda kalacak, muhalefet edeceklerse bundan sonra edeceklerdir: Aynen bu yazıda da yapıldığı gibi, fikirlerin kendinden menkul ya da kendi kendine göndermeler içeren bağlamsız bir beyanlar dizisi değil de belirli bir anlam çerçevesi içerisinde yer bulan kemalatını gösterebilmek için söz konusu düzenlilikle karşılıklı meşrulaştırma ilişkisi içinde olan entelektüellere atıf yapmak ve buna ilaveten içinde bulunulan sınıfsal pozisyonun değerlerini de gözetmek suretiyle hareket etmek elzemdir. Bu durumda fikrî üretimin kendisi, evrensellik üzerinden bir hiyerarşi üreten uygarlık söylemine eklemlenerek varolabilmekte ve hatta bu hiyerarşi içerisinde edinilen konumsallığın bir ürününden ibaret olabilmektedir. Featherstone'un entelektüeli ortasınıf değerleri ile ilişkilendirmesi üzerinden dile getirilirse; içselleştirilmiş sınıfsal değerler olmaksızın -ki bu doğrudan kapitalizmin işlerliğinden menfaat temini gibi bir sonucu kendiliğinden doğurur, bir entelektüelin işlevini imleyen kültür aracılığı pozisyonu askıda kalacak ve tıpkı Teodore Kaczynski vakasında olduğu gibi düzenliliğin işlerliğine radikal bir yaklaşım hepten ucubelik olarak kabul edilmesine yol açacaktır. Burada yine modernliğin dinsel bir kurum gibi işlediği gerçeği ortaya çıkar: Örneğin bir akademisyenin kendi fikirlerini olgunlaştırmak adına yaptığı literatür taramasıyla yöneldiği epistemolojik konumlanma, salt teorik bir kabuller silsilesini benimsemesinin ve bu sayede kültürel birikimle kuracağı temasın meyveleri olacak eserler ortaya koymasının ötesinde pratize edilmesi "imkânlar" dışında kalan bir dinsellikten farklı olarak görülebilir mi? Sürekli hakikatten söz eden bir rahip ya da derviş vardır ortada ve bazı fiiller sergilemektedir ama ondan hakikati göstermesi istenince "Tanrının Krallığı"ndan ya da "Cennet"ten söz etmekle yetinmektedir. Bu durum, bir inanç meselesi olarak insanların bu dünyanın "geçici" olan doğasını anlamalarını ve dünyayı olduğu kabul etmelerini içeren bir söylemin sonucu olmak bakımından din kurumunun "normal"idir. Ancak benzer şekilde "bu dünya"nın meselelerini nesneleştirmiş bir sosyoloji profesörünün pratiği "emperyalizm"den söz etmekle yetinip dersten sonta AVM'ne gitmek midir? Öyledir, çünkü sosyolojinin evrenselliği belirli bir bilimsel pratikle sınırlanmış olarak bir düzenlilik içinde değer taşır, sosyologların da belirli bir konum sahibi olabilmeleri ancak bu düzenlilik içerisinde mümkündür. -Wallerstein, Harvard Üniversitesi'nin armasında yer alan veritas (hakikat) ifadesini örnekleyerek üniversitelerin bir tapınak olduğundan bu sebeple söz eder: Rahipler, dervişler oradan icazet alarak dünyaya hakikati tebliğ ederler. Ki bugün David Harvey'in, Žižek'in bitmeyen dünya turları, yazdıklarının ânında tüm dillere çevrilip dağıtımı, kitaplarının "ağır" arkaplanına rağmen popülerleşebilmesi tuhaflığı bir bilimsel faaliyetten çok mucizevî şifa teknikleri içeren dinsel söylemin tebliğine yakındır.

Tekrar Marx'a dönersek, onun belirlenim yaklaşımında mevcut olduğu görmezden gelinemeyecek olan diyalektiğin izahatından daha önemli bulduğumuz nokta -belirleyici olması yönünden toplumun varlığı tartışması etrafında biçimlenecek olan toplum ve birey ikiliğinin geçerliliği sorunudur. -Burada Foucault'dan öğrendiğimiz şudur: Marksist ya da değil, bir yapı söylemi ancak onu var kılabilecek bir teorik inşâ içerisinde anlamlıdır, ne var ki bu teori de ancak sözkonusu söylemin varlığı ile kurulabilmektedir. Burada bitimsiz bir kısırdöngünün bocalamaları içinde yapı-birim diyalektiğinin neticesi olarak açığa çıkan söylemin bu diyalektiği tekrar kurması ile karşılaşırız. Ki onun deyişiyle "Söylem, söz ettiği nesneyi biçimlendiren pratiktir." Burada şu husus hatırlanabilir: Saussure'ün dili, üzerinde uzlaşılmış bir bütün sayması fikrine paralel olarak yapısalcı bakışın, -yukarıda sözü edilen evrensellik gibi normların işlevlendirilmesi için açık bir kapı bulması sözkonusudur. Ancak tam da bu noktada normun/genelin/evrenselin mutlak olana değil belirli bir bakış açısına -mesela sınıflı toplum kurgusuna göre var ve anlamlı olduğu netleşir. Tekrar Foucault'ya dönersek, bu ifade, toplumun sınıflı olmadığını söylemek demek değildir, ancak tarihin ya da toplumun kendi öznesine bir belirleyen olarak etki edebilmesinin koşulu olarak sınıflı toplum söyleminin geçerli olabilecek bir konumda inşâ edilmesidir ki bu da tarihin normatif karakterini koşul olarak gerektirir. (Bu noktada döngü tekrar başlar.) "Herhangi bir söylem olgusu konusunda, dilin çözümlenmesinin her zaman ortaya koyduğu soru: bu ifade hangi kurallara göre kuruldu, sonuç olarak da benzer başka ifadeler hangi kurallara göre kurulabilir?" -Söylemsel uygulamanın kuralları ortaya çıktıkça kelimeler ve şeyler arasındaki bağ da gevşemeye başlar.

Burada alevlenen toplum-birey ya da yapı-fail ikiliklerinin gerçekliklerini tartışmadan önce, Hegel ve Marx'tan yola çıkmakla birlikte deterministik karakteri bağıntısallık kavramı aracılığıyla aşmaya çalışan Mannheim'ın belirlenmişlik yaklaşımını ortaya koymak gerekiyor: Mannheim'ın teleolojik tarih fikrini değerlendirmesi, gerçeklik ve idealizm bağlamında ütopya ve ideoloji kavramlarını da kuşatmak yönünden belirlenmekle birlikte ele aldığımız faillik sorunu ve habitus kavramını da besleyicidir nihayet.

Mannheim, Marx'ın bilgi konusunda Nietzsche ile paralel olduğu egemen söylemin bilgiyi ve değerleri karakterize ettiği fikrinden harketle "yanlış bilinç" olarak ideolojiyi değerlendirirken onu bir töz olarak ele almaz, daha ötesinde bireyi aşan bütünsel bir yapı fikrinden hareketle ideolojinin de bu aşkınlık içinde belirlendiğini yazar. Burada ideoloji çift anlam kazanır; bütüncül olarak çağın ruhunu yansıtan ve toplumsal gerçekliğin koşullarını da var eden ideoloji, kısmî ideolojinin içerdiği dünya görüşlerini de yönlendirir. Mannheim'ın bütüncül ideoloji olarak ele aldığı faktör zeitgeisti taşıyan mutlak tinselliğin teleolojik karakteri itibariyle Hegelci bir söylemin ürünüdür: Tarih, çeşitli faktörleri de yüklenmiş olarak bir yöne doğru yürürken başta anlayış ve bilme tarzları olmak üzere her şeyi belirlemektedir. Bu belirlemenin bireyi de kapsaması birey ve yapı arasındaki ilişki biçimde açığa çıkarken yapıya bağlı olarak Mannheim'ın Hegel'den kopup Marx'a doğru yönelmesini de gerektirir: Mannheim, Marx'ı takip ederek bireysel aklın ve onun ürünleri olan bakış açılarının, değerlerin ve fikirlerin ona aşkın olan kültürün içinde karakterize oluşunu ve bundan dolayı altyapısal faktörlerle açıklanması gerektiği sonucuna ulaşır: Nihayet kültürü belirleyen de altyapısal faktörler olduğu için birey sadece tarihsellik itibariyle değil üretim ilişkileri itibariyle de belirlenmektedir. Bu yönden Mannheim'ın, Hegel'i ve Marx'ın belirlenme yaklaşımlarını sentezlemesinden söz edilebilir: Belirli toplumsal ve tarihsel koşullar altında bireyin düşünce üretme ya da bir eğilimi kendi başına doğrusu yanlışı ile tercih etme veya karar verme gücü için bağımsız olmadığını, bireyin -dahil olduğu altyapısal ilişkilerin bir yansıması veya sonucu olan- kültür tarafından verilen ivmeye uyum gereği bir yöne yönelebileceğini dile getirir. Mannheim'ın bir katkısı; yaşadığı dönem itibariyle ortodoks Marksizmin çıkarımlarının sorgulanmasına paralel olarak üretim ilişkilerinin bireyin bilincini belirlemesi noktasındaki katı tutumdan ayrılmışlığıyla olur. Fakat bu bir itirazdan daha çok determinizmin alanını genişletmek biçiminde okunmalıdır. Çünkü sadece sınıfsallık ve yani üretim ilişkilerinin kati neticesi düzeyinde bir determinizme değil; çağ, kuşak, yaşam çevresi, meslek grubu gibi farklı etkenlerle de açıklanması gereken bir ilişki söz konusudur. -Burada ayrıca kültürün belirlenmişliği konusunda altyapı-üstyapı ilişkisinin de tek taraflı bir kalıplama değil diyalektik bir ilişki olarak daha genişçe değerlendirilmesine de ihtiyaç vardır. Zaten Mannheim, bilinç biçimlerinin ve bilginin daha açıklayıcı çözümlemesinde altyapı-üstyapı ilişkisinin de yeniden tanımlanması ihtiyacına da yönelmiştir. Bu sebeple hermenötikçilerin "insan bilimlerinin göreceliği" yaklaşımından da etkilenmiş olarak bir bağıntısallık fikrine ulaşır.

Artık konunun yönü şu olmuştur: Önce Mannheim'ın bağıntısallık fikrinden ve bunu görecelikten ayrıldığı noktaya, sonra Bourdieu'nün tarihsellik vurgusuna bakılarak bilginin -ve tabi aklın, ilişkisel ve tarihsel bir ürün olarak değerlendirilmesine geçilebilir. Bunların üzerine insanî ve kültürel fenomenler olarak sosyal bilim nesnelerinin düşünümsel yapılandırılmasından söz edilebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder