30 Ağustos 2016 Salı

Modernlik ve Politik Romantizm

Romantizmde bizi ilgilendiren, hâlen daha onun başlattığı çağa ait olmamız ve (tekrarın önlenemez farkıyla) bizi tanımlayan bu aidiyetin açıkça zamanımızın inkâr etmeyi sürdürdüğü şey olmasıdır.

P. Lacoue-Labarthe, Jean-Luc Nancy; Edebî Mutlak

Modernite kavramının, bugün dünyayı anlamakta kullandığımız anahtarlardan birisi olmasının anlamı, içinde yaşadığımız toplumsal hayatı biçimlendirmedeki etkinliğinden ileri gelir. Hatta toplumsal dünya üzerine yaptığımız değerlendirmeler açısından en başat durumu ifade eder. Bunun temelinde bilincimizin, dünyayı anlama ya da anlamlandırma aygıtı olarak başvurduğumuz bilginin modern karakterine boyanmış olması yatmaktadır. Fakat bu durumun bizi edilgin mi kıldığı yoksa bir yönelimin ya da tercihin neticesi mi olduğu tartışmalıdır. Modernlik, gökyüzünden üzerimize yağan bir yağmur gibi olmadığı için, endüstriyel toplumsallık ve diğerleri arasında bir fark olmaksızın modernliğin topluluklarca yeniden üretildiğini de dikkate almak gerekmektedir. Düalist bakış açısının çatışma odaklı okumasında zıtların mutlaklaştırılması eğilimi, her kutbun soyutlanmış bir gerçeklikle tanımlanmasıyla sonuçlanır. Böylece, rasyonalizm eleştirisine içkin faydacılık ya da her ikisiyle de ilişkili olarak ve toplumsal kimlik üzerinden meşrulaştırılan öznellik fikri, dışarıdan zihinlere sokulmuş motivasyon kaynakları olarak görülür. İnşâ edilmiş modern Avrupa’lı benlik’in karşısına koyulmak istenen özgün benlik (Doğululuk gibi), öznelliğin bir yönelimi olan faydacılık ilkesiyle hareket etme ve rasyonelleşme eğiliminin bir sonucu olarak görülmez. Bu örneğe bakılarak şu soru da sorulabilir: Öznelleşme ve rasyonelleşmenin doğal olarak ilişki içinde olduğu sekülerleşme süreci ile özgün benlik arasındaki bağıntı tek taraflı ve bir dayatmanın sonucu olarak mı vardır?

Moderniteyle kurduğumuz ilişki, genel olarak bilincimizin dünyayla kurduğu ilişkinin bir örneğidir: Bitmeyen bir etki-tepki münasebeti vardır ki zaten mevcudatın değişiminin ve çeşitliliğin altında da bu durum yatmaktadır. Özet olarak söylenirse, bir nesnenin ya da olayın her bilinçte farklı bir yankısının olması gibi modernliğin her aşaması ve her coğrafyadaki yansıması da farklı olmuştur. Bu açıdan bakılarak en başından beri, birdenbire ortaya çıkmış bir modernlikten değil, birçok modernlik olduğundan da söz edenler olmuştur.

Modernliğin temel karakteristiklerinden olan rasyonalizmin yaşam dünyasının her alanı üzerindeki artan belirleyiciliği dikkate alınırsa, aklîleşmeyle beraber ve ona karşı biçimlenmiş fikir dünyamızın yeniden inşâ sürecinde, farklı hatların mevcudiyeti ve kesişimleri de daha görünür olmaktadır. Osmanlı toplumsal varlığının Avrupa karşısında çözülmeye başladığı süreç, aynı zamanda bu çoklu gerçekliğin farklı yüzleriyle aynı anda temas etmek anlamına da gelmekteydi: Rönesans döneminde kritik bir boyut kazanarak toplumsal alanda izhar olan modern bakış, Osmanlı'da siyasal karşılığının belirginleşmeye başladığı yaklaşık olarak on sekizinci yüzyılda ideolojilere yön verene kadar bazı mühim dönüşümlerle çeşitlilik kazanmıştı bile. Bilimsel ve düşünsel alanda deneyci rasyonalizm, pozitivizme doğru evrilirken Rönesans'ın hâlâ daha dünyayı açıklamada dini dikkate alan yaklaşımı da çözülmekteydi. Osmanlı münevveri üç tarz-ı siyaset söylemlerini kurarken akıl, her alanda giderek daha da mutlaklaştırılmaya devam etmekte ve akılsal gerçeklikle ilişkiler farklı söylemlere vücut vermekteydi.

Modernite ve Romantizm

Sanatsal bir tutumu ifade ederek ortaya çıkan romantizmin toplumsal ve siyasal alanla teması, bu sürece denk gelmesi itibariyle bir anlamda akıl ile ilişkilenmenin farklı boyutlarından birini temsil etmiştir. Varoluşa ilişkin anlamlandırmanın yön arayışlarından birisine karşılık gelir. Geleneksel dünyanın hızlı ve kökten değişimlere kapalı sanatının yerine, Rönesans ile birlikte arayışın kendisinin biçimi oluşturmaya başlamasının geçmesi birçok mecra yanı sıra romantik yönelimi de ortaya çıkarmıştır. -Arayışın biçime dönüşmesi bir kriz olarak modernliğin farklı yönelişlerinin merkezinde yer almaktadır denilebilir. Ancak bunu yüzeysel ve modern bakışla sınırlı bir biçim-öz tartışmasına hapsetmek yerine, Nietzsche’nin Yunan sanatındaki iki ana damar olarak gördüğü Apolloca ve Dionysosça dillerle ilişki üzerinden düşünmek fayda verir: Apolloca dilin aksine Dionysosça dildeki coşku ögesi ve düzeni düzensizlikle yoğurma eğilimi, biçimin anlamı hakkında bambaşka bir mecra açacaktır. Dionysosça sanatta sanatçı kendisi olarak ortaya koyduğu öz aracılığıyla ancak kendisinin bir imkânı olarak alır biçimi, nesnelere karşı en ufak bir yabancılık yoktur onda. Bu durum, Baudelaire’in modern sanatı romantizmle telif etmesinin de karşılığıdır: Aklın hesapçı tutumuyla yürüttüğü arayış aynı zamanda bir cinnet hâlidir…

Nihayet, modernleşme sürecinde dinî açıklamaların gücünü yitirmesiyle aklın mutlaklaştırılması (doğanın matematikleştirilmesi) arasındaki ilişki, bugün dahi sanatsal, toplumsal ve siyasal düşüncede bir kriz sûretinde varlığını sürdürmektedir. Bu krizin, gerçekliğin tanımına ilişkin bir anlam arayışı olarak özetlenmesi, onun modern insanın var olma biçimi olmasına da karşılık gelir.

Romantizm için felsefî yönden iki mesele mevcut:

1. Romantik idenin gerçeklikle ilişkisi, uygunluğu sorunu -ki bu yönü rasyonalizmle çelişkilerinde açılır,

2. Refleksiyon ve romantizm meselesi.

Temelde bu iki yön bütüncüldür: Romantizm, kendisi üzerine düşünen öznenin yöneldiği bir idealizmin ürünü olarak nitelenebilir. Bu sebeple romantik ide, yabancılaşma ve öznelleşme gibi iki koşul ile mümkündür; yani, Baudelaire’in önermesini tersine çevirerek romantiğin modern olmak zorunda olduğu dile getirilebilir. –Aşağıda “Kendini Bil” sözünün romantizmle ilişkilendirilmesinin eleştirisinde değinilecekse de Dionysosça bir tutum olarak nesneleri kendinde bilme tavrıyla “kendini bil” sözü arasındaki ilişkiyi modern dönem itibariyle özne-merkezli anlamanın önemi vurgulanmalı: Bu vurgu, romantik idenin bütünlük çabasına rağmen neden yabancılaşmanın bir ürünü olduğunu da açıklayıcı olacaktır. Romantik idenin iki koşulundan ilki olan yabancılaşma -Horkheimer’ın ayrımıyla- nesnel akıl itibariyle, ikincisi olan öznelleşmeyse öznel akıl itibariyle vücut bulur. Romantik, kendini öznel akıl aracılığıyla tanır ve konumlandırır. Onun modernliğini de açıklayan bu durumda özne, tarihsel bir ben olarak ortaya çıkar ama mezkûr ben'i, nesnel akla müracaatla, bir telos aracılığıyla inşâ eder. –Tarihin milliyetçi söylemdeki anlamı da zaten bununla ilişkilidir.

Romantizm için dile getirilen "rasyonalizme tepki" ifadesinin altında yatan da bu durumudur: Öznel akıl (bilginin kaynağı olarak akıl) aracılığıyla ben'e ilişkin yapılan tanımlama, -ben’den bilgi edinimi, kimliği inşâ etmeye yetmez ve ben'i (içeren gerçekliği tarih gibi aşkın bir alanda) yeniden kurmak ihtiyacı özneyi idealizme yöneltir. Bu tüm idealizmleri kapsamaz belki ama öznel akla dayanan tüm idealizmler bir şekilde romantizmle bütünleşirler. -Belki de Husserl'in psikolojizmle onca teşrik-i mesaisinin sebebi de budur. Öznel akılla romantizm arasında (ya da Husserl’in bilgi kavrayışı açısından akıl ve psikoloji arasında) doğal ve kendiliğinden bir tepkime ilişkisi var denilebilir. Bununla ilgili olarak, modern dönemde bireyleşmenin yaşanmadığı ya da geç yaşandığı toplumsal sahada romantizmin aşağılanacak bir şey olarak algılanması dikkat çekicidir. –Bu durum, romantik idenin doğrudan bir edebî tür olarak tezahür edişinin karşılığı olan roman sanatının gelişme koşulu olarak da Yıldız Ecevit tarafından değerlendirilmiştir. (Ben Buradayım...)

Özetle ifade edilirse, romantizmi ortaya çıkaran sosyolojik koşulların başında öznelleşme sürecinin olduğunu görmek mümkün: Bunu, toplumsal değişme kapsamında uluslaşmayla eşzamanlılığı durumundan çıkarabileceğimiz gibi sanatsal yükselişinde bireyi, kendi hayâl gücünden başka bir sınırla kalıplamama eğiliminden de çıkarmak mümkün. -Ki bu, postmodernist diye anılan sanatsal eğilimlerin neo-romantizm şeklinde de okunabileceği fikirlerine yön verir: Tüketim toplumunun reel dünyada dayattığı tektipçiliğe tepki olarak bireysel alanı kontrol etme eğilimindeki -etkiye bağlı tepkisel aşırılık, bireyci temayülü romantikleştirmektedir: Öz-tecrit üretimi veya hiper-gerçeklik yaklaşımı (Baudrillard).

Türk Politik Kültüründe Romantizm

Osmanlı modernleşmesinin siyasal zeminini oluşturan "gerileme" fikrinin istikamet verdiği arayışlar içinde romantik söylemin izini süren Hasan Aksakal'ın "Türk Politik Kültüründe Romantizm" isimli çalışması, hem modernleşme krizinin boyutlarını gösterir hem de onunla açılan pencerelerden görülebilen manzaraları tasvir eder. Romantizmin politik karşılıkları, Osmanlı ve cumhuriyet dönemi siyasal düşüncesine etkisi, entelektüellerin romantizmle etkileşimleri gibi daha genel meseleler yanı sıra romantizmin etkisi altında vatan ve devlet söylemlerinin mitolojik kavranışına bağımlı tarihyazımının gösterilmesi gibi bilimsel çerçevede problem olarak daha önce detaylıca ele alınmamış konularını içerir.

Baudelaire, on sekizinci yüzyılda kamuoyunun ortaya çıkışında edebiyatın aktif rolüne değinirken, özellikle Paris'te kafelerde bir araya gelen farklı düşünceden insanların tartışmalarından söz eder. Ona göre modernlik bir anlamda sanatın "ayağa düşmesidir"; geleneksel dünyada sanatın daha çok yüksek kültüre içkin oluşu, saraylarda ve hamilerle icra edilmekteyken artık sokaklarda hayat bulmaya başlamasıdır kastı. Sanatla beraber siyasetin de konuşulduğu kafeler, insanların gelişen durumlar hakkında bilgilenmeleriyle birlikte gruplaşmalarına da olanak tanıyarak kamuoyunu ortaya çıkarmıştır. Aksakal da on dokuzuncu yüzyılda politik odağın saraylardan sokaklara ve kafelere doğru açıldığı kitleselleşme çağında romantizmin farklı siyasal söylemlerle toplumsallaşmasına değinir. Bu toplumsallaşma, zaman içinde birbirinden ayrışan politik fikirlerin her birinde belirli bir tonda varlığını sürdürecek olan romantizmin siyasal var olma koşuludur da.

Dünyaya ilişkin bakış açısında aklın düzenleyici ilke olarak merkeze yerleştirilmesine itirazla özneyi söz konusu düzenin içinde, onunla bütünlüklü olarak tespit etme fikri, romantik söylemin temelinde yer alır demek mümkündür. Bu durum, özerklik ve öznellik açısından romantizmin modern varoluşunu gösterdiği gibi amaçladığı bütüne katılım yönünden özgünlüğünü de gösterir. Özgün yönü itibariyle öznenin bütüne katılımı, sanatçının kendini doğayla özdeşleştirmesine olanak sağladığı gibi, politik öznenin de sosyal bütünlükle temasını yapılandırır. Siyasal alanda tümdengelimsel aklî çıkarımların sistematikleştirilmesine karşılık gelen ideolojilerin dolduramadıkları bireysel/duygusal açıkları romantizm aracılığıyla kapatmalarıyla eş anlamlıdır bu. Aksakal'ın, vatanın mitolojikleştirilmesiyle ilişkili olarak dile getirdiği devlet mitinin, üç tarz-ı siyaseti de temellendiriyor oluşundaki romantik çerçeve bu kapsamda dikkat çekici bir işleve sahiptir: Devleti kurtarma misyonu Batıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük için müşterek aklîleşmeyle beraber her birine kendi yönelimleri doğrultusunda romantik aygıtlar da tahsis etmiştir. Bu siyasetlerin birbirleriyle temas noktalarında da bir geçişkenlik sağlayan romantik aygıtlar; savaş şartları içerisinde zamanla millî mücadeleye de biçim verecek olan millî ruhun çatısını da oluşturmuşlardır. Batıcılık bu ruha anti-emperyalizmle eklemlenirken İslâmcılık ve Türkçülük akımları daha ziyade Osmanlı tarihinden süzülen, İslâm'ı temsil etme misyonuyla hareket etmiştir.

Bu anlamda Aksakal'ın çalışmasında tarihyazımına ilişkin değiniler mühimdir: Çünkü Tanzimat sonrasında Namık Kemal ile belirginleşen millî ruh inşa etme eğilimleri, özellikle cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde Gökalp'in millî kültürü (harsı) muasır medeniyete önceleyen eklektik çözümlemesiyle doğrusal bir hatta bir arada bulunarak tarihi "öze dönüş" fikrinin âlet çantasına indirgemiştir. Bu eğilim bugün de devam ederken kişi, olgu ve olayların mitleştirilmesi de aynı romantik motivasyonlar ekseninde sürdürülmekte; belki kitle iletişiminin artan gücü oranında gündelik siyasetin söylem deposu olarak tarihe müracaat da artmaktadır.

Romantizm ve Millî Ruh

Uluslaşma süreci kendi başına romantik değildir. Aksine, romantizm onun köklerindeki rasyonel eğilimlere direnç aracılığıyla ortaya çıkmıştır denilebilir. Her şeyden çok, ekonomik bir yönelim olan uluslaşmanın rasyonel kökü, tıpkı felsefî rasyonelleşmenin öznelleşmeyi gerektirmesi gibi faydacılık ve ilerleme gibi temel saikler aracılığıyla toplumsal süreçte de öznelleşmenin ilkesi olabilmiştir.

Öznelleşme meselesi, romantik idenin gerçeklikle ilişkisini kurmak bakımından önemlidir: Belki gerçekçiler açısından olumsuzlanacaktır ama rasyonalist ile romantik, gerçekliğe bakış anlamında aynı bilgi tabanına yaslıdırlar. Her ikisi de inşâ edilmiş bir ben üzerinden bakarak gerçeği görür. Tanıl Bora'nın (Türk Sağının Üç Hâli’nde) millî kimlik inşâ edilişi üzerine yazdıklarıyla dile getirilirse bu siyasal anlamda etno-merkezcilikle ilgili olduğu kadar ilerlemecilikle de ilgilidir: Rasyonalist de en az romantik kadar, kendisinin merkezde olmadığı tarih anlayışına yabancıdır. Belki de romantik geleneğin politik sahada en çok dikkat çeken tarafı olarak Alman romantizminin bu sivriliği, Alman idealizminin "nesnel akla" yaptığı vurgu yoğunluğuyla ilgilidir. Nietzsche’nin kurban seçimi kriterlerine bu yüzden oldukça uygun olan Alman idealizminin nesnel akıldan yola çıkmasına rağmen giderek millîleşmesi, nesnel aklın krizinde ortaya çıkan romantizmle dolayımlı olarak ilişkilidir.

Nesnel akıl, tikel gerçekliği bütünün veya telos'un bir unsuru görmek yönünden idealisttir. Nesnel akıl için hakikat tümelde mevcuttur. Hegel'in tarihe verdiği anlam bu kapsamdadır. Romantizmin felsefî konumu tam olarak bu idealizm ile rasyonel öznelliğin ortasındadır: Romantik, varoluşsal zeminini öznel gerçekliğin içinde bulur ama yüzü -gerçeklikle ilişkisi anlamında hep idealizme dönüktür. -Uluslaşma ile romantizm arasındaki ilişkiyi kavrama yönünde bir fikir verecek bu açıklamada politik romantizmin ziyadesiyle milliyetçilikle ilişkisi esas alınmaktadır. Zira devrimci-sol romantizmler, muhafazakâr romantizmler ve dinî romantizmler politik sahada milliyetçilikle kurdukları temas dolayımında romantikleşmişlerdir demek mümkün olabilir. –Aksakal’ın örneklerini de bu şekilde tasnif etmek mümkündür.

Millî kültürle imlenen ruhun yaslandığı söylemin kartezyen felsefî kaynakları yanı sıra kendi başına uluslaşma sürecinin Avrupa'daki kapitalist gelişmenin bir gereği ve sonucu olarak görülememesi de romantizmin etkili işlevselliklerinden birine işâret eder. Uluslaşmaya ilişkin olarak Fransız İhtilâli'nin bir milat olarak kabul edilmesi yaygınsa da bu miladî kırılmanın kapitalizm dolayımında değerlendirilememesi, modernliğin salt kültürel düzeyde okunmasında görüldüğü gibi uluslaşmanın da ekonomiden soyutlanmış bir siyasal değer üzerinden okunmasıyla paraleldir. Ancak Aksakal'ın dikkat çektiği nokta, ulusalcı-milliyetçi söylemin, ekonomiyle siyasetin karşılıklı ilişkilerinde yaptığı bu perdelemeden ziyade kapitalist değerlerin içselleştirilmesi ve beraberinde gelen bozulmanın altında yatan ekonomik liberalizmdir. Millî kültürün maddî unsurlarında bir yenileşme eğilimini ifade eden alafrangalaşmanın taşıyıcısı olan DP, ANAP gibi liberal ekonominin etkin aktörleri, "Batı'nın ahlâkı"ndan soyutlanabilecek tekniğin ithalatıyla muhafazakâr kitlelerin teveccühüne mazhar olarak küresel kapitalizme entegrasyonda önemli bir rol üstlenmişlerdir. Milliyetçi karakterin kapitalist belirlenimin bir nesnesinden ibaret oluşunu gösteren ilginç bir örnek de olan bu durum bir diğer romantik söylem ögesi olan mukaddesatçılıkla ilişkilidir: 1980 öncesinin politik koşullarında Komünizm tehlikesinin bir araya getirdiği kesimler için romantik söylem, küresel kapitalizme meyyal ekonomik tedabiri görünmez hâle getirmiştir. Sol düşünce de benzer bir yoldan ilerlemiş ve bugünkü kültürel okumaya odaklı, ekonomik bütünü ve sosyal gerçeklik faktörünü göz ardı eden söylemler için hayâlî bir zemin inşâ etmiştir: Millî ruhtan hareket eden anti-emperyalist soldan evrenselci demokratik sola, rasyonelleşmenin erişemediği her nokta romantikleştirilerek söylemlere eklenmiştir.

Akıl ve İçgörü

Aksakal’ın, “ahlâkı kahramanlıkla, inancı dayanışmayla bütünleştiren yaşam tasavvuru” olarak bir afyon işlevi yüklediği muhafazakâr romantizmin, toplumsal zorluklar nedeniyle dağılma aşamasında toplumu bir araya getirmek için ruhçu dinamizm arayışında başvurduğu Bergson’u bu arayışın sahiplerinin alımlamasıyla sınırladığı görülür. Gerçekten de Bergson, dinamizm fikrini ruhçu bir yorumla işlemiştir ve yine muhafazakârların ona sıkça müracaat ettikleri görülmüştür. “Ancak bu durum, metafizikçi olan Bergson’u spiritüalist yapar mı?” diye sormayı da gerektirir. Dinîn siyasal olarak işlevsel hâle getirilmeye müsait olduğu muhafazakâr düşünce açısından Bergson, rasyonalist düşüncenin mekanizminden ve determinizmden bir kaçış imkânı sağlayıcı olmuştur. Aksakal’ın da ifade ettiği gibi Aydınlanmacı aklı aşan bir sezgiciliğe dayanmaktaydı. Ne var ki bu yargı ancak Topçu, Necip Fâzıl ve hatta Tanpınar gibi muhafazakârlar için böyleydi. Bu isimlerin hangisi Bergson’un kartezyen modele itirazlarını idrak edebilecek konumdaydı? Sadece ruh ya da mânâ dedikleri bir tözü önceleme eğiliminde olmuşlar, siyasî teşhis ve tedavi meraklarından ötürü derinlikten daima mahrum kalmışlardır. Oysa Bergson dinamizmi, madde ve mânâ arasında bir tözcü ikiliğin devinimini hiçbir şekilde öngörmez, aksine bunların birbirlerinin imgeleri olarak metaforik düzeyde ayrımını esas alır. –Zaten bu sebeple sezgi diye çevrilen “intuition” daha sonra düzeltilerek Türkçede içgörü ile ifade edilmeye başlanmıştır; çünkü sezgideki hissîlik vurgusu Bergson’la hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyecek bir romantizm sapması ortaya çıkarır. Her üç düşünürün de tarih/zaman konusunda bir hayâl dünyasında yaşamış olduklarını biliyoruz ve bütüncül anlamda tüm fikrî çıkarımlarının da beden-ruh, madde-mânâ gibi kurgusal ayrımları mutlak gerçeklikler şeklinde kavrayan kartezyen düalizmin ürünleri olduğu aşikârdır. Bu yönden Topçu’nun tasavvufu varoluşçulukla birlikte okuma hatası da Necip Fâzıl ve Peyami Safa’nın kıyas-ı batılları da Tanpınar’ın Gökalp’e karşı kültür ve medeniyeti birleştirme merakı da Bergsonculuktan değil romantizmden kaynaklanır. Onlara din/kültür ne kadar malzeme sunuyorsa Bergson da ancak o kadar malzeme sunar. Geri kalanı kendi yakıştırmalarıdır.

Kendini Bil

İçgörü konusu aynı zamanda bir başka bakış açısı farklılığını da doğurmaktadır. Bu farklılık, “Kendini bil” sözüyle ifade edilen bilinç hâlini romantizmle izah etmeye yol açar. Oysa bu söz antik felsefeden beri dile getirilen ve insan varoluşunun zaman-ötesi anlamını ifade eden kadim bir sözdür. Pisagor, Herakleitos, Sokrates gibi hikmeti arayanlar ve sevenler olarak filozofların, her çağda yaşamış bilgelerin ve farklı geleneklerde ifade imkânı bulan âriflerin, gnostiklerin bir nevi parolasıdır. Madde ve mânâ arasında bir ayrıma gitmeyen ve tözcülüğü reddeden bir bakışa ve mikrokozmik ile makrokozmik arasında bütünlük olduğu fikrine dayandığı için şeyleri ve evreni içgörüyle görmenin ifadesidir kendini bil. Ancak bu analitik tanımın bu sözü ifade etmesi de pek mümkün değildir. Yani Nietzsche’nin dediği gibi “Pek güç bir sözdür.” (Kendini Bil: https://alpergurkan.blogspot.com.tr/2015/12/kendini-bil.html)

Yine de denilmelidir ki Dionysosça bir tutum olarak nesneleri kendinde bilme tavrıyla “kendini bil” sözü arasındaki ilişki, tesadüfî değildir. Ne var ki sahih bir özdeşliği de işâret etmez. William Blake’i dâhil etmek konusunda bir nebze temkinli olunarak denilebilir ki doğacı romantiklerin bu sözde buldukları anlamın sözün kadim gerçekliğiyle tam bir mütekabiliyeti yoktur. Doğacılık düşüncesi Alman romantizmiyle temas ederek panteist düşünceyle ve Jacob Böhme ile zirveye ulaştığı görülen tuhaf bir karışımla vücut bulmuştur. Bu sözün kullanımını doğrudan romantizmle ilişkilendirmek yerine, kullananların özneye dair bakış açılarını esas alarak kartezyen düşünceyle ilişkilerini ortaya çıkarmak, yani genellemek yerine tek tek değerlendirmek daha sağlıklı fikirler verecektir. Böylece muhafazakârların dinî gibi görünen seküler düşüncelerinde olduğu gibi geleneksel görünen modern düşünceler de ayıklanabilecektir.

Sonuç olarak bir kök-ideoloji olan modernitenin felsefî, bilimsel ve dinî yönleri yanı sıra dikkat gerektiren teknik, sınaî ve ekonomik yüzleri, toplumsal dünyanın çeşitli katmanlarında ve özellikle siyasal katmanında ortaya çıkan etkiler itibariyle birbirinden ayrılamayacak bir bütünlük teşkil eder. Hasan Aksakal'ın "Türk Politik Kültüründe Romantizm" isimli çalışması ekseninde dile getirilirse, bu bütünlüğün topluluklar nazarında birbirinden kopuk parçalarının, varoluşun olduğu gibi sosyal dünyanın da düzenli görünümünü sağlayan bir akıl ilkesi etrafında organize edilmesi modernliğin tek anlamı değildir. Rasyonalizasyon yanı sıra romantizasyon da modernliğin göstergelerinden birisidir. Aynı zamanda onun gibi her toplulukça da yeniden üretilmektedir.

Resim: Eugene Delacroix, Liberty Leading the People, 1830.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder