8 Aralık 2016 Perşembe

Platon’dan Kâtip Çelebi’ye Şehir ve Anâsır-ı Erbaa

Sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır.

Platon, "Devlet"
-Gönlün dört arketipi
Âlem (hem küçük hem de büyük âlem), dört unsurdan müteşekkil kabul edilmiştir: Toprak, Hava, Su ve Ateş. –Fakat bu teşkili atomcu bir anlayışa indirgememek gerekir. Bu kabul, geleneksel felsefî söylemin anlatım biçimi olan sembolizmin bilindik bir örneğidir. Sembolik anlatımın temel gerekliliği ve amacı, vizyon (ya da idrakî anlayışın/müdrikenin) bir noktaya sabitlenmesiyle farklı meseleler hakkındaki ilkenin ortaya konulması (dikey) ve farklı tarihsel gerçekliklerin ortak ve aşkın bir paydada bütünlemesidir (yatay). Sembol, alegorinin aksine açıklanamazdır ve iner (tenzil), alegoriyse zaten bir açıklamadır ve çıkar (uruc); böylece sembolün açıklanamaz ancak alegori aracılığıyla tahakkuk edilebilir olduğu söylenebilir.

Sokrates’in de söz ettiği ve ruhu aydınlığa çıkaracağını ifade ettiği hakiki felsefenin (sophia perennis), bugünkü felsefeden farklı olarak özgünleştirilmiş kavramlar (münhasır bilgi nesneleri) arasında bir mukayese ve çıkarım üretme amacı gütmediği, aksine hikmet ile ilişkili ve öznel olmayan tecrübî bir ilim kabul edildiği –ve doğal olarak üretmeye değil, bire/İlke’ye doğru eksiltmeye odaklanmış olduğu- dikkate alındığında anâsır-ı erbaa’nın yatay/zahirî ve dikey/batınî bir açıklama modeli içerdiği görülebilirdir. Bu model doğası gereği yalnızca maddî âlemin oluşuna dair olmayıp fizik yanı sıra ahlâk ve siyaset ile kozmoloji, felekler ilmi, simya gibi ampirik olmayan kadim bilimlerin de yöntemlerinde içkindir. Burada makrokozmos-mikrokozmos mütekabiliyetinden ileri gelen bütünlük hasebiyle (ve yani epistemolojinin farklılığı nedeniyle) modern öncesi dönemde beşerî bilim ya da sosyal bilim gibi bir isimlendirmeye de ihtiyaç duyulmadığı için anâsır-ı erbaa –ikisi de yaradılışla doğrudan ilgili olan- ahlâk ve kozmoloji (kevniyyat) bilimlerinde aynı kapsamda kullanılmış ve bu, iki bilimin buluştuğu siyasette de diğerlerinden herhangi bir farklılık arz etmeyen bir açıklama modeli oluşturmuştur.

Filozoflar/hûkema, bugünkü anlamda entelektüel veya kültür insanı değildirler. Bu sebeple onların çalışmaları toplumun gelişmesi, ilerlemesi, bayındırlık, imar gibi konularla da ilgili değildir. Fakat enfüsî olanı âfakî olandan ayırmanın söz konusu olamayacağının idrakiyle ve yani eşyanın zahir ve batınının bir olduğundan dolayı, esas konuları olan hikmetin farklı düzlemlerde müşahade ve ifadesiyle meşgûl olmuşlardır. Siyaset ve şehir üzerinde çalışmaları da bunların yaradılışa dair farklı temsiller içeriyor olmalarındandır.

Mevcudatın bir yönü olan şehir -tecemmu olarak devlet, bina ve muhtelif yapılardan ibaret olmadığı gibi salt siyasetin bir konusu olmak bakımından idarî birimden de ibaret değildir. Hatta denilebilir ki bu her iki konu da şehir meselesi için gerçek anlamda birer gösterge olmaktan başka hiçbir şey ifade etmezler, ancak birer sonuç olarak değerleri vardır. Bu bakış açıları itibariyle şehir, insanı içermekte ve böylece insan da şehirde bulunmakla ondan sonra gelmektedir. Oysa hikmet, sonucu da içeren bir başlangıç olarak mevcut olduğu için metafizik itibariyle şehir insandan sonra gelir. Zaten bu sebepten Fârâbî, şehrin ilk kaidesi olarak kalpte mukim Reis’i anmıştır: Tıpkı âlemin (insan bireyi değil) insan-ı kâmil/er-Rûh aracılığıyla vücut bulması gibi. Ya da Hacı Bayram “Şehir dedikleri gönüldür” demiştir kısaca. Çünkü Söz’ü taşıyan dil (dimağ ya da bir başka açıdan ilim sıfatı olarak Akl-ı Evvel), (birey değil) insandadır… Platon da Devlet’te Sokrates’in ağzından ilk kanunları, en önemli ve güzel olanları Apollon’un koyduğunu ifade eder: Apollon’un Güneş Tanrısı olduğu, yani sembolizm itibariyle müdrike/Ruh’u temsil ettiği de anımsatılmalıdır ki şehir ve merkez meselesinde de Akropolis üzerinden bu değerlendirilmiştir. (Merkez Fikri ve Şehir)

“Düstur’ul Amel”de Kâtip Çelebi, devletin bir insan topluluğunun organizasyonu olduğundan söz eder ve insanın toplumsal durumuyla ferdî durumlarının birbirlerine denk olduklarını ifade ederek toplumsal durumla insan bedeni arasındaki malum analojiye başvurur. Platon’un da "Yasalar"da başvurduğu bu benzeşime göre devlet veya şehir, organsal bir bütünlük olarak bir nevi işlevsel hiyerarşi ile vardır: Vücudun salgıladığı kan, balgam, safra ve sevda toplumsal nizamı/ahengi sağlayıcı ulema, esakir, tüccar ve reaya sınıflarının işlevlerine karşılık gelirler. Bu anlatımın, analitik düşünce aracılığıyla yapılan toplumsal tabakalaşma fikirleriyle uyuşmayacağı açıktır. Çünkü açıklama, toplumsal sınıfların çatışmasına değil ahengine dayanmaktadır. Öyle ki Kâtip Çelebi, bu dört sınıfın ölçülülüğü yitirmesinin bozulmaya yol açacağını yazar.

Sokrates şöyle der: “Sağlık nereden gelir? Bedenimizdeki örgenlerin tabiata uygun bir düzenle sıraya girmesinden, birbirine bağlanmasından değil mi? Hastalıksa bu örgenlerin tabiata aykırı bir sıraya girmesi, birbirine bağlanmamasıdır.” ("Devlet")

Âlemi var eden dört unsurun aslı tektir, ancak Bir’den iki nitelik ve iki nitelikten de dört nicelik hâsıl olmuştur. Dördün üzerinde yer alan iki nitelik, nem ve kuruluktur; nemden su ve toprak, kuruluktan ise ateş ve rüzgâr var olmuştur. Burada mezkûr sembolik anlatım başka bir esasın görünürleştirilmesi ilkesine dayanır ki bu, tabiatın etken ve edilgen yönlerini, gece ile gündüzü ve diğer ikilikleri içerir. -İyi ve Kötü’nün neticesini gösteren Cennet, nemli ve yeşil tasvir edilirken Cehennem kuru ve yakıcıdır örneğin. -Anlaşılır ki insanın sonu keyfî bir seçime değil zorunluluğa/yazgıya dayanır; nem, ateşi çeker. “Allâh, kullarına zulmetmez.”

Bu anlamda ulema ve asker sınıfları etken olarak yöneten, tüccar ve reaya ise edilgen olarak yönetileni oluştururlar. Tabiatta denge, bu unsurların hiçbirini öncelemediği gibi, var oluşta da bu unsurların hiçbirisi ana cevher olarak öncelenmez. Yani gece gündüzle bilinir ve gündüz de geceyle bilinir, ne biri ne de diğeri önce gelir; fakat iki (nitel) dörtten (nicel) öncedir ve bir de ikiden önce gelir. Zaten bütün sayılar bire içkindir ve bu sebeple, dört unsurun var olmaları da izafen mevzu bahistir.

Ne var ki dört unsurun dengesi el-Adl isminin tecellisi ile mümkündür ve bu sebeple ahenk, etkin olanın etkinliğini ve edilgin olanın edilginliğini gerektirir. Yani toplumsal durum açısından etkin olan ulema ve asker sınıfının yönetici olması âdil olandır ve devlet/şehir olgularının biricik hikmeti de adâletin tecellisidir. Platon’un ifadesiyle, “Tanrılardan sonra en tanrısal olan ve en çok bize ait olan şey, ruhtur. Her insanın sahip olduğu şeyler iki türlüdür: daha iyi ve daha üstün olduklarından, efendi durumunda olanlar; daha aşağı ve daha kötü olduklarından, köle durumunda olanlar. Öyleyse, içimizdeki efendi yan, köle olana her zaman için tercih edilmelidir” ("Yasalar").

Ayrıca belirtmeye lüzum yoksa da niteliksel olan ikiler de kendi içlerinde etkinlik ve edilginlik ile denge sağlarlar ki ilmin amelden üstünlüğü gibi manevî otoriteyi temsil eden âlim de hükümdarın üzerinde yer alır. “İşlevsel hiyerarşi” gibi analitik bir kavrama başvurulmasının sebebi de toplumsal durumdaki bu işleyişin (adâlet dairesinin) gösterilmesi maksadıyladır.

Diğer taraftan bu dört unsur sembolizmi, yatay düzlemde kronolojik bir içerik de ihtiva eder: Dünya hayatının hem makro hem mikro dört çağı/evresi her bir unsurun baskınlığını ifade eder. Yani en üst sınıf olan idrak/ilim/ulema sınıfının toplumsal ve ferdî durumu karakterize ettiği ilk evre (ki bu siyaset anlamında dünyevî bir varoluşa karşılık gelmez, ahlâkî/ethos ve bilkuvvedir, Cennet’te ruh üfürülmüş Âdem’e tekabül eder), askerler ve onların içinden çıkmış olan hükümdarlar yönetimi, bugün gözlenebilecek tüccar veya burjuvazi yönetimi ve burjuva iktidarının (oligarşinin) evrileceği en son dönem de halk/demos ya da reaya yönetimi olacaktır ki bu ilimden en uzak olunan ve cehaletin en üst noktası olmak bakımından Karanlık Çağ’ın/Âhir Zaman’ın son evresine tekabül eder. Fârâbî’nin “cahil” nitelemesi de bu döneme ilişkindir. Sokrates, bu evrenin sonuna ilişkin bir ipucu verir: “Peki, oligarşiden demokrasiye geçiş nasıl olur? Alabildiğine zengin olmak isteğinin, doymak bilmez bir mal açlığının sonucu değil midir bu? ("Devlet") Ki Platon, bozulma sürecinde görülen tiranlık, oligarşi ve demokrasinin devlet yönetimi bile olmadıklarını ancak parti yönetimleri olduklarını da yazar. ("Yasalar")

Kâtip Çelebi ve İbn Haldun bunu her bir toplumsal duruma ayrı ayrı da uygulamışlardır. Toplumsal durum gelişme, duraklama ve gerileme ile deveran eder. Her toplumsallık, kendi gücü ölçüsüne göre bu döngüye tâbidir. En son aşama, adâletsizliğin baş gösterdiği durum olmak bakımından ehil olmayan yönetici ve idareciler ile onların sebep oldukları rüşvet, haksızlık ve ölçüsüzlüklerin hâkimiyetini işâret eder. Fâsık, yani cehaletin tahakkümü nedeniyle esastan sapmış bir kavmin durumu… Bu konuda, yani yozlaşma hususunda İbn Haldun –metafiziksel bir ilke olarak nefs için hâlde istikrarın imkân dışı olduğundan hareketle- Allâh’ın cari kanunu olduğunu ifade eder ve müsebbibi olarak da “halk hükümdarın dini üzeredir” atasözünden yola çıkarak yöneticiye bakar. ("Mukaddime").

Sonuç olarak şehri yöneten (kişiden bahsedilmediği anlaşılmıştır artık) müdrike ya da Ruh’a (Güneş) tâbi olmadıkça organlar birbirlerine girerek keyfî bir düzene yönelecek ve dejenerasyona sebep olacaklardır. Devlet’te Sokrates bunu şöyle ifade eder: “Filozoflar bu devletlerde kral, ya da şimdi kral, önder dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, sevgili Glaukon, bence bu devletlerin başı dertten kurtulamaz, insanoğlu da bunu yapmadıkça tasarladığımız devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğamaz, kavuşamaz gün ışığına.”

"Sizden bir karşılık istemeyen, kendileri ihtida üzere olanlara tâbi olun." (Yasin,21)

Bütün bu toplumsal duruma ilişkin bilginin anâsır-ı erbaayı varoluşunda cem etmiş bulunan insan ferdi için de aynıyla geçerli olduğu yinelenmelidir. Kâtip Çelebi bu sebeple yöneticiyi (nefsi) denetim altına alacak iki unsur olarak müdrike (âlim) ve aklı (vezir) sıralar. Ya da Sokrates devlet adamını dört unsurun dengesiyle görünürleşen erdemlerle vasfeder: Bilgelik (ulemanın erdemi), yiğitlik (esakirin erdemi), ölçü (tüccarın erdemi) ve doğruluk (halkın erdemi).

İbn Sina’nın dediği gibi, “insan kendini bir hiç zanneder oysa gerçekte âlem ondadır”. Şehir de insandan ibarettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder