27 Mayıs 2017 Cumartesi

Medeniyet Bir Mittir

"Toplum içindeki iktidar, nihaî sosyalizasyon süreçlerini belirleme gücünü ve dolayısıyla gerçekliği üretme gücünü de içerir. Her hâlükârda, oldukça soyut sembolleştirmeler (yani, somut gündelik hayat tecrübesinden büyük oranda uzaklaşmış teoriler), empirik destekten ziyade sosyal destek tarafından onaylanırlar.

P. Berger ve T. Luckmann, “Gerçekliğin Sosyal İnşâsı”

Medeniyet, gelenek, toplum, insanlık gibi “büyük” kavramların modern döneme ait olmaları aydınlanmış olmakla ya da rasgele bir tercihle ilgili değildir. Bu tür kavramlar, kavram olmak bakımından modern felsefenin özne temelli epistemolojisinin, bir anlayış modelinin ürünüdürler: Felsefî anlamıyla kavramın işaret ettiği “tümel” ya da genelin, tikelden hareketle inşâ edildiği tümevarımcı yöntem ile öznel idealizmlerin sentezci bir yoğurumu olarak değerlendirilmeleri olanaklıdır. Zaten bütün bilimsellik iddialarının da içinde bulunduğu bu öznel tasnifçilik, bilhassa insan topluluklarını gruplandırma ve onlar üzerinden gruba bağlı olarak değişen yöntemler uygulama aracılığıyla bir sosyal bilimler uğraşı var edebilmiştir. Antropoloji ve sosyolojinin çalışma alanları için erken dönemlerde yapılan tanımlanma biçimlerinin etno-merkezci yöntemi de dikkate alınırsa, aynı dönemde ulus-devlet yapılanmalarına eşlik eden civilisation söyleminin de söylem döngüsüne dâhil olması tesadüf olarak görülemeyecektir: Bu söylemlerde medenîleşmek, ulus bilinciyle var olmak ile neredeyse özdeştir.

Civilisation kavramının XVIII. yüzyıl Fransa’sında, Ortaçağların hâkim dili Latincedeki “civil” sözcüğü üzerinden icadı, antik Yunan’a kadar giden bir tarih inşâsıyla ilgiliydi: Modern Avrupa, civil ile işâret edilen politik özneyi neredeyse tüm içeriğiyle benimsemiş olacaktı ki kentin dışında, Yunanca bilmeyenleri ifade eden “barbar”ı da modernleştirerek Avrupa-dışı’nı medenî olmama derecelerine göre ayırdı. Medeniyet de bu ayırma işleminin kendisinden başka bir şeye karşılık gelmemektedir. Yani medeniyet, bir bilme tarzının sıradan tasnifiyle üretilmiş bir nazariyeden ibarettir.

Özünde bilmenin kendisinin bir tasnifleme modeli olduğu, en azından Kant’tan beri henüz daha uygun bir biçimde ifade edilememiş bir kabuldür. Hangi tasnif modelinin geçerli olacağını belirleyen faktörünse Nietzsche’den beri güç olduğu da bir kabuldür. İnsanların ya da onların bir arada bulunma biçimlerinin neye göre sınıflandırılacağı konusunda belirli bir döneme kadar dinî motiveler benimsenirken, merkantilizmin ya da ticaret kapitalizminin endüstri kapitalizmine evrimi ile ortaya çıkan ulusçu ideoloji ve monarşilerin sermaye birikiminin sağladığı güç, bu tasnifte ulusu merkeze almaya başladı. Yani ulus, endüstriyalizm aracılığıyla icat edilip fabrikalarda üretilmeye başlandı. Aynı süreç içerisinde medeniyet de endüstriyalizmin bir gereği olarak ortaya çıktı –hem sebep, hem sonuç olarak: Üretim için gerekli ham maddeyi “insanî” yollarla temin etmenin adı olan kolonyalizm -ticaret olarak başlanan ilişkinin sömürüye dönüşmesinde “ulus-devlet” güvencesine sahip tacirlerin kolonyalizmi- barbarlara medeniyet götürmek olarak meşrulaştırıldı.

* * *

Modern dönemin fetiş hâline getirilen diğer kavramları olan toplum, insanlık gibi hiçbir gerçekliğe işaret etmeyen bir kavram olan medeniyet, barbar ile medenî arasında bir ölçüt belirleyen normatif bir kurgudur. Ancak bu durum yeni ya da modern bir tavırla ilgili değildir. Normatif kurgular, çeşitli dönemlerde çeşitli coğrafyalarda bir gerçeklik gövdesi var etmenin (ontolojik hiyerarşiyi ifade etmenin) gereklerinden birisi olmuşlardır. Bu kapsamıyla mitolojilerin ve dinin fenomenolojik anlamları da bir gerçeklik gövdesi inşâ etmekten ibarettir. Antik Yunan’da mitolojinin toplumsal dünyada işlevsizleşmesiyle beraber ortaya çıkan felsefe aracılığıyla dinin yeniden yapılanması yaygın olarak bilinen bir olgudur. Belki daha az bilineni, aynı dönemde (yaklaşık olarak İsa’dan beş-altı yüzyıl önce) dünyanın başka yerlerinde de benzer yenilenmelere gidilmiş olduğudur. Guénon, “Modern Dünyanın Bunalımı”nda bu dönemin, Çin’de ve Hindistan’da ortaya çıkan bazı neticelerini göstermiştir mesela. Söz konusu her bir olayın ortak özelliğinin bir ayrışma olarak genellenmesi olanaklıdır: Çin’deki Tao geleneği ile Konfüçyüs geleneği arasında yaşanan ayrışmanın sarih görünüşü üzerinden dile getirilirse tıpkı Yunan’da olduğu gibi “hikmetin rasyonalizasyonu” söz konusudur. Yunan felsefesinde olduğu gibi Konfüçyüs öğretisinde de ilahî hikmet, aklî bir nedenselliğe indirgenmeye ve yani varoluş, akılla bilinebilir bir “açıklama şablonu” içine tıkıştırılmaya başlanmıştır. Doğru ya da yanlış olduğunu tartışmanın hiçbir gereği olmayan bu durum, artık Herakleitos’un ve Buda’nın “tarihten” çekildikleri, anlamlarını bütünüyle olmasa da büyük ölçüde kaybettikleri yeni bir gerçeklik evresinin başlangıcına tekabül eder.

Ampirik bakış açısı, tarihe bakarken teolojik tutumlarla ilgili bir odağa sahip olduğu için bunu tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı üzerinden değerlendirdiğinden meselenin can damarını da ıskalamaktadır: Doğanın aklîleştirilmesi üzerinden inşâ edilen ilahî hikmet tasavvuru, son mertebede modern bilginin “olgu” tanımlamasına yol açacak deterministik bir bilme tarzının başlangıç noktasını var eder. Söz konusu tarihsel dönemin ayırt edici vasfı, ilk kez olarak bilginin bâtın ve zahir biçiminde ikiye bölünmesi ve böylece insanın “taşrada” bir özne olarak kavranmaya başlanmasıdır. –Bundan sonra dinî söylemin baba-oğul, bu dünya-öteki dünya, hâkim-mahkûm, suç-ceza, sevap-ödül gibi ikilikler ve "ticarî tasavvur" kavramları (hesap, alışveriş, etme-bulma) üzerinden (bilhassa bunun İslâm şeriatında doruğa ulaştığı açıktır) kurulmaya başlanması da tesadüf değildir.

Böylece Comte’un teolojiden metafiziğe geçildiği gibi bir evrim modeliyle kastettiğinin tam aksine, metafizik aracılığıyla yeni bir mitolojinin hâkim olmaya başladığı ifade edilebilir. Yani bu durum, modern dünyanın inandığı gibi bir “gelişme” değildir fakat, artık tezahür edenden ayrı ötelerde bir gerçeğin var olduğuna ilişkin kanaatin hâkim olmaya başladığı yeni bir evrenin ortaya çıkışıdır. Değil gelişme, teoloji aracılığıya hakikat adlı putun inşâ edilmeye başlandığı bir dejenerasyon söz konusudur.

Geleneksel dünya olarak adlandırılan ve yaklaşık XII. yüzyıldan itibaren çözülmeye başlayan bu mitolojik evrenin yeriniyse modern mitoloji alır: İnsan bilgisinin insan bilinciyle sınırlılığının kabulüne ve bu bilincin bütünüyle kültürel kodlamanın bir ürünü olduğu gerçeğiyle yüzleşilmesine rağmen bilginin bir evrensellik iddiası etrafında biçimlenmesi, modern mitolojinin eskiye nazaran ne denli yüzeysel olduğunun da bir göstergesidir. Bilginin bâtın ve zahir olarak ikiye bölünmesinden sonra –bâtını bildikleri iddiasıyla- ortaya çıkan din adamları sınıfının bir önceki mitolojik dünyadaki hâkimiyetlerine benzer olarak bilginin en derinlikli yönünü elde edebilecek teknolojiye sahip olanların hâkimiyetine olanak veren bu evrenin mitleri de alabildiğince yüzeysel olarak kurgulanmıştır. Teknik gelişme, ilerleme, kalkınma, refah, eşitlik… gibi niceliksel değerler etrafında kurulan yeni mitoloji, bâtını bildiği iddiasını silah hâline getiren sömürgen din adamının merkezî konumuna, tekniği silah hâline getiren sömürgen teknisyeni/mühendisi/programcıyı yerleştirir. Gerçeğin ne olduğunu teknisyen, bilim adamı bilir ya da belirler; çünkü o sıradan insanın sahip olamadığı araçlara sahip olarak evreni ve dünyayı araştırmış ve sıradan insan için “bâtınî” karakteri olan “hakikati” çözmüş ve politika aracılığıyla da bunun gereklerini yerine getirmiştir. Bugünün peygamberi –bilhassa hiçbir öngörüleri(!) tutmayan astrofizikçi ile bilimci, mühendis ve teknisyendir bu sebeple. Medeniyet ile de –temel ilkeleri tümüyle metafiziksel olan kategorilerden başka elinde hiçbir dayanağı olmayan- teknisyenin evreni açıklarken başvurduğu mitsel anlatı kastedilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder