17 Temmuz 2017 Pazartesi

İslâmcı Kavrayışın Sınırlılığı ve Guénon

"Her geleneksel öğreti, metafiziksel ilkelerin tanınmasını, bilinmesini zorunlu olarak merkez ve hareket noktası olarak kabul eder; bunun dışında her geleneksel öğretinin ikinci dereceden içerdiği şeyler, bu ilkelerin kısaca farklı alanlara uygulanmasından başka bir şey değildir."

R. Guénon, “İnisiyasyona Toplu Bakışlar”

İslâmcıların Guénon’u anlama konusunda teorik olarak karşılaştıkları zorlukları kısaca şu sebeplere bağlamak mümkün: İslâm’ın VII. yüzyılda ortaya çıkmış bir din olarak kabul edilmesi, yine İslâm’ın Arap coğrafyası ve bedevî kültürüyle özdeşleştirilmesi, Aydınlanma sonrasının siyasî atmosferinde icat edilen “medeniyet” kavramının “biz ve öteki” ayrımında savunmacı bir retorik inşâ etmesi ve en önemlisi de bilhassa ilk İslâmcılar marifetiyle modern bilimsel paradigmanın içselleştirilmesi. Sözü edilen zihinsel şartlanmalar, Guénon’un kullandığı kavramların daraltılmasına sebep olduğu için bazı zorluklar ortaya çıkmaktadır.

Bu sorunlarından bazıları şöyle tasnif edilebilir: Geleneksel-Modern, Doğu-Batı, kutsal-profan dikotomileri, tarihsellik, akılcılık.

Guénon'un kullandığı Geleneksel-modern ve Doğu-Batı dikotomileri ilk görüşte anlaşıldığı ve sosyal bilimlerde sıkça başvurulduğu gibi yatay değil, dikey ikiliklerdir. Nihayetinde Guénon bir sosyal bilimci değil metafizikçidir. Düşüncesinin anlaşılmasındaki temel sorun, kullandığı kavramların bağlamından koparılarak farklı bir paradigma içindeki değerlendirilmesidir. Bu yargının açık hâle getirilmesi için hemen hatırlatılmalıdır ki Türkiye’de İslâmcılar 1980 sonrasında (postmodernistlerin etkisi altında) modernitenin eleştirilmesi gerektiğini fark ettiklerinde başta Guénon olmak üzere diğer tradisyonalist yazarları tercüme etmeye başladılar. Bu isimlerin İslâm’a olan teveccühlerini olumlu buldukları içindi bu. Ne var ki başta bu metinlerin çevrilip yayımlanmasını sağlayan yayınevleri çevresi olmak üzere okur kesimi de yorumcu entelektüeller de zaman içinde yeni çevirilerde aradıklarını bulamadıklarını fark ettiler. Çünkü büyük ölçüde İslâmcı gelenekten olan bu çevreler İslâm’ı ya (halidî hikmet olarak din değil de) bir şeriat olarak kavrıyorlardı ya da onu bedevî kültürüne indirgiyorlardı. –Bu yargılar; İslâmcıların ümmet, şeriat, sünnet gibi kavramlara yükledikleri (öznel) anlamlar göz önüne alınırsa gayet açıktır. Bu sebeple örneğin Geleneği Guénon’un olanca titizlikle “din” olgusunun “üzerinde” tavsif edişi hiç anlaşılamadı.

Schuon’un aksine Guénon’un Geleneği dinin üzerinde görmesinin sebebi nedir? Gayet basittir bu sebep: Gelenek tek iken dinin farklı coğrafya ve devrîlik boyutları içerisinde farklı neticelerle “görünürleşmesi”. Yani dinî görünümlerin bir çeşitlilik/kesret içermesinin aksine tamamının esasının tek bir Gelenek olması, dinsel çeşitliğin orada vahdete ermesidir. Bu durum Gelenek kavramının genelde anlaşılamayan yönünü içerir: Gelenek denildiğinde kastedilen “aşkın” bir değerdir; onun tarihteki, yani zahire/yatay gerçekliğe çıkan görünümü itibariyle din ile özdeş olmasının anlamı da budur. Dinlerin bir oldukları fikrinde de ısrarla bu birliğin aşkın olduğu, zahiri planda “doğal” olanın dinlerin çatışmaları olduğu fikri esastır. “Dinlerarası diyalog”, “medeniyetler ittifakı” gibi boş ve aldatıcı söylem ve fikirler bütünüyle modern-liberal zihnin ürünleri olmakla birlikte Geleneği kavrayamayanlarca bunların Geleneğin ifadesi zannedilmesindeki hata da buradadır. Her din, taşıdığı tarihsel “görünüm” nedeniyle diğeriyle “çatışmak” zorundadır, tıpkı siyahın beyazla, iyinin kötüyle olan çatışması gibi bu çatışma da ancak izafî bir değer içererek vardır.

Burada not edilmelidir ki bütün tradisyonalist yazarlar “savaş”a inanırlar. Savaş, “hastalıklı” ve zayıf olanın temizlenmesi ve sağlıklı olanın sonraki nesillere aktarılması için “doğa”nın bir öngörüsünü temsil etmektedir. Bu yalnızca natüralist bir izah olarak fizyolojiyi kapsamaz, bütüncül anlamda –metafiziksel- bir “ayıklama” usulüdür. Bununsa en güzel örnekleri, “Bhagavad-Gita”da Arjuna’nın sevdiği akrabalarıyla temsil edilen nefsine karşı verdiği savaş ile İslâm’da cihad-ı ekber ile nefse karşı verilen savaştır.

Sözü edilen aşkınlık vurgusu itibariyle belirtilirse Guénon’un ortaya koyduğu Geleneksel-modern ayrımının en mühim yönünün zamansallıkla ilgili olmadığı anlaşılabilirdir: Guénon’a göre bu ayrımın (geleneksel-modern) esası “hakikat”in ne olduğuyla ilgili dilemmadır. Şöyle ki modernlik ile vasfedilen şey, yaygın olarak anlaşıldığı üzere Batılı ya da çağdaş gibi bir anlamla ilgili değil; gerçeğin insan aklı ile tespit edilebileceğine dair zandan ileri gelen sapma ile ilgilidir. Bu sebeple Guénon için modernlik bütünüyle bir inhirafa karşılık gelir. Bunun bir örneği, modern bilimin pozitivist ve materyalist niteliği yanı sıra aynı zamanda ampirist yönüyle ilgili eleştiridedir. Yaygın olarak modernliğe dair eleştirilerde pozitivizm ve materyalizm vurgusu öne çıkarılırken ampirist yönün atlanması, zaten modern dünyada da var olma olanağı bulunan Geleneksel ile sahte dinsellik/maneviyat arasındaki ayrımı da gösterir. Bilginin eylemden üstünlüğü, imanın amelden üstünlüğü modern olmayan dünya için sıradan bir gerçekliğe karşılık gelmekteyken bilhassa XVIII. yüzyıl (Aydınlanma) sonrasında tüm dünyanın maddîleşme sürecindeki yoğunlukla beraber –örneğin İslâm dünyasının gelişme, ilerleme, kalkınma fikirlerinin taşıyıcısı olan “güç istenci” ile beraber düşünülebilir- en yüksek değer olarak pratik düşünce ve faydacılık bilimlerin temel metafiziğine dönüşmüştür.

Modern olanın aslî niteliğinin tarihsellik, geleneksel olanınsa aşkınlık olduğu ve bu ikiliğin bir zaman sklası üzerinde ilerlemeci bir tarih nazarıyla anlaşılamayacağı açıktır. İmdi modern olanı ve gelenekseli, verili olan birer gerçeklik olarak ele alınca modernin kötü, gelenekselin her durumda iyi olmasından daha bariz bir sonuç yok mudur? Bu, bilgi ve b/ilim olgularıyla değerlendirilirse modern bilimdeki sorun da “yeni bir metot” olması değil, fakat gerçek bilginin değişmez/aşkın niteliğinin aksine modern bilgide insan aklına dayalı “ölçüm”ün esas alınıyor olmasıdır. Bilgi artık hümanist karakterlidir. Anlaşılır ki her türlü ölçüm insanî bir değerin ifadesinden başka bir şey değildir. Ki bir nesnenin x ağırlığında, y boyunda olması bir ölçü birimi kapsamında (beşerî) “değer” ifade eder, o şeyin hakikatine dair değildir.

Üstelik nicel yönden değerlendirilse bile tarihsel yönden de Guénon için modernlik sosyal bilimcinin tasavvur ettiği gibi XII. yüzyıl ve sonrasıyla ilgili değil, İsa’dan önce VI. yüzyılda ortaya çıkan (yaklaşık 2600 yıllık) bir durumla ilgilidir: Savaşçı sınıfların (Hindistan’da Kşatriyaların) ruhanilere (Brahmanlara) karşı isyanı modern/yeni koşulların başlatıcısıdır. Bunun en sade anlamı; toplumsal dünyanın ilim sahiplerinin ilimleri ekseninde değil güç sahiplerinin güçleri ekseninde değer kazanmaya başlamsıdır. Toplumsal motivedeki bu temel değişim, bilgeliğin yerine cesaret erdeminin yüceltilmesi nedeniyle bütün olarak “değerler hiyerarşisi”nde bir kargaşanın başlangıcını işâret eder.

Aynı minvalde değerlendirilirse Guénon’un Doğu-Batı şeklindeki ikiliği kullanımının da esas itibariyle coğrafî bir ayrışmayla ilgili olmadığı da görülebilecektir. Onun ilk etapta Doğu diye söz ettiği Hindu tradisyonudur ve bu geleneğin Avrupa’daki Katolik geleneğinin aksine yozlaşmamış olanın durumunu vurgulama amacı içerir. Gelişme kavramı tarihsel olduğu kadar coğrafî bir kavramdır da nihayet. Bu kavram etrafında örülü dünya görüşü ise Avrupa’da ortaya çıkmış ve Avrupa’nın bilgiye dair yozlaşmış anlayışlarıyla dinî olanı inkârları, onları henüz bu kavramla dünyalarını biçimlendirmemiş olan Çin, Hind, İslâm vd. coğrafî bölgelere yayılmamıştır. Ki bugün, bu ikiliğe gerek zaten yoktur, çünkü Guénon bununla tarihsel, geçici bir durumu işâret eder, mutlaklaştırılmış iki yarım küreyi değil. Ki jeolojik olarak yeryüzünde kutupların yer değiştirdiği de bilinirken böyle mutlakîleştirmeler pek anlamlı olmayacaktır.

Yine kutsal ve profan ikiliğinde de aynı durum söz konusudur. Hülasa edilirse tüm bu ikiliklerde esas olan ele alınan şeyin kendisi değil, onları ele alma biçimidir “niteliği” değiştiren. Bir taş gökten düştü diye kutsal olmaz ya da bir toprak parçası kendiliğinden kutsal olmaz, zira her gün sayısız taş düşüyor “geniş olan” yeryüzüne, fakat o taşın ya da toprağın hayatın içinde taşıdığı yer onu profan ya da kutsal yapar. Bu yüzden esas olarak ne kutsal ne de profan bir şey yoktur, bütün bunlar izafî bir değerden başka kıymet içermezler. Ki modern bilimin de modern veya profan olmasının anlamı, şeyleri ele alma biçimi, onları bir ölçülebilir görünüşe indirgeme yöntemidir. Bu durum hakikatin değişmediğini ama onu anlama biçiminin değiştiğini ifade eden “anlama biçiminin/değişebilir bilginin tarihselliği” ile bu tarihsel olanla kayıtlanmış akılsallığın ne olduğunu da gösterir. Topyekûn “bilgi” adı verilen şeyin “değişmez” olduğu söylenirse bunun anlamı panteizmdir: Çünkü sadece Tanrı değişmez. Buradaki ayrım, bilme biçiminin değişmesiyle ilgilidir ve her bilenin üstünde bir bilen olduğundan bilgi (nesnesi) her düzeyde farklı bir gerçekliğe karşılık gelir. Bu gerçeklikler akıl tarafından üretilir. Bu yüzden akıl da tek bir şeymiş gibi ele alınır ve intelect/reason ayrımına başvurulmazsa “akletmez misiniz?” diyen Kur’ân’ın aksine “dinin akılla ilgisi yoktur” gibi sonuçlar kendiliğinden gerçeği saptırır.

Din dışı bir bilgi de akıl da yoktur, fakat din dışı (profan) kavrayış biçimi vardır. Guénon’un ifadeleriyle, “belli bir eşya düzeninin bizzat tabiatı gereği ait olabileceği, tam anlamıyla bir din dışı alan yoktur; fakat gerçekte sadece bir dış dışı bakış açısı vardır; bu din dışı bakış açısı da ancak belli bir yozlaşmanın sonucu ve ürünüdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder