29 Ocak 2018 Pazartesi

Evrenin Matematikleştirilmesi

“Doğa şifreli olarak kaleme alınmıştı ve Galileo, şifre anahtarının matematik olduğunu söylüyordu.”

R. S. Westfall, “Modern Bilimin Oluşumu”

Steven Shapin (“Bilimsel Devrim”de) Aristotelesçi fiziği yüzyıllarca “geçerli” kılan bir özelliğinin on yedinci yüzyılda onun yetersizliğinin kanıtına dönüşüverdiğini yazar: teleoloji. Teleoloji (amaçlılık) düşüncesi, öznel bir bilinç varsayımı ile birleştirildiğinde örneğin insan davranışlarının rasyonelliği teorisinde olduğu gibi failin amaçlılığını ifade edeceği için, on yedinci yüzyıl doğa felsefecilerinin çoğu için olgu dünyasında karşılığı olmayan “anlamsız” bir biçim kazanmıştır. Nihayetinde insanın rasyonelliği bir teleoloji içerisinde kavranabilirse de yere düşen bir taşın, çiçek açan bir ağacın nedensel açıklaması için “artık” namünasip bir durumda görülmüştür. Bu sebepten dolayı Shapin şöyle yazar: “[K]işi bu türden bir geleneksel madde yaklaşımına, doğal nesne ve süreçlere ruha benzer özellikler (Latincede anima ruh demekti,) atfederek, rahatça ‘Animistik’ diyebilirdi.”

Aristoteles’in teleolojisi, nesnel akla ve onun gâyeliliğine dayandığı için modern yaklaşımdan oldukça farklıdır: Gaî/teleolojik illet, “ilke”ye dayalıdır ve örneğin Aristoteles için bilgi koşulu olan “sebep bilgisi” de özü itibariyle ilkeye uzanmak durumundadır. Teleoloji, ancak nesnenin bilkuvve hâlinin (ilkesinin) bilinmesiyle ilgilidir: burada, failin “özgür” bir hareketi söz konusu değildir. Nesnenin (insan da olabilir) hareketi, kendinde bilkuvve hâlde bulunanın yatkınlıklarıyla/ethos ile ilgilidir. –Bir başka “görünüşüyle” hareketin/fiilin ethosla ilgili olması, nesnenin ahlakı/halk edilişiyle ilgilidir. Yani ki animistik olan aynı zamanda ahlâkîdir de…

Bu yaklaşımı modernler “insan-merkezli” buldular ve reddettiler. Gerçekteyse hiç de insan-merkezli olmayan bu yaklaşımın yerine sahiden insan-merkezli olan bir anlayış getirdiler. Geleneksel felsefeye insan-merkezli denilmesinin sebebi, doğaya yukarıdakiler gibi insanî sıfatlar yakıştırılması ve yer-merkezli astronomi açıklaması yapılmasıydı. Daha açık bir ifadeyle bilginin normatif kabul edilerek, bilgi-değer (ve olgu-değer) ayrımına gidilmemesiydi. Oysa bunun, onların anladıkları gibi olmadığı, geleneksel olanın, “insanın bir bilinçli fail kabul edildiği” epistemoloji odaklı değil, insanın da her şey gibi tek bir ilkeye bağlı olduğu ontoloji odaklı bir felsefe olduğu, düşünen herkesin görebileceği bir şeydir. Bununla birlikte insan-merkezlilik Rönesans’ta başlar ve on yedinci yüzyılda tamamen yerleşik hâle gelir: bunun sonucu ve gereği olarak kâinat da sonsuz bir neden-sonuç ilişkisinin açığa çıkışı olarak kavranır (mekanizmin ve determinizmin yükselişi). –Oysa, neden olarak görülenler ve sonuç olarak görülenler, doğaya içkin değil, sadece “akla uygun formlar”dan ibarettirler. Yani bu formların özelliği –Aristoteles’in kullandığı anlamdaki gibi insana aşkın değil- zihne içkin olmalarıdır. Bu sebepten Aristoteles düşüncesi insan-merkezli değil, ontolojik bir açıklamaya dayanır oysa mekanikçilerinki tamamen insan-merkezlidir. Mekanikçi doğa felsefecileri tarafından saat gibi çalışan bir evren tasavvur edilmişken bu saatin de her saat gibi bir fail tarafından (akla uygun formlarla) kurulması gerektiğiyse dile getirilmemiştir. –Burada kurucu rolü kastedilen insanın görme biçiminin/theoria’nın yerine mekanikçi felsefecilerin neredeyse tamamı ısrarla Tanrı’dan söz ediyorlardı: bu ise zihinsel aktivitenin tanrısallık düzeyine çıkarıldığı (özgür irade gibi) hümanist geleneğin bir uzanımıydı.

Hume'un ortaya koyduğu nedensellik sorununu çözdüğüne inanan Kant'ın dış dünya bilgisini kurgusal bir ideal (transandantal) tasarım şekline dönüştürmesinde Newton'un "Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri" kitabı etki etmiştir. -Kant kendi "keşfini" Kopernik devrimiyle kıyaslarken Newton'a derin saygılarını sunar. Newton bu kitapta kütle çekiminin evrensel yasasının, matematiğin zorunlu bilgisinde temellendiğini ileri sürerken kütle çekiminin, cisimlerdeki maddenin miktarıyla orantılı olduğunu ileri sürer. (Einstein'ın görelilik kuramlarıyla varsayımsal doğası açığa çıkan) Mutlak uzay-zaman varsayımına dayanan bu açıklama biçimi, tarihte daha önce olmadığı biçimiyle duyuma dayalı bilgiyle rasyonel bilgiyi aynı düzeyde bir araya getirir ki bu da Kopernik'ten beri aranılan "Gök mekaniği ve Yer mekaniği denkliği" için anahtar olur.

Bugün, dinsel dogmalarla herhangi bir farkı kalmadığı görülebilen bilimsel inanışların birçoğu için kaynak teşkil eden mekanikçi felsefenin evreni matematikleştirme arzusu elbette “kesinlik” arayışını ifade ediyordu: Kurulacak bilimsel bir model, insana tıpkı matematiğin a priori formu gibi her şeyi kesin olarak vermeliydi. En azından on yedinci yüzyıl Avrupa bilimselliğinin amacı buydu. İcat edilen doğa yasaları, keşif gibi sunulurken insanoğlu, matematiğin nerede olduğunu ve varsa kesin bilgiyi yanlış yerde arayıp aramadığını pek düşünmek istemedi: bunun yerine evreni yeniden icat etmek için seferler düzenledi -dışarıya…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder