20 Ocak 2018 Cumartesi

Postmodern Bir Açmaz: “Epistemik Cemaat”in Pozitivizmi

“Varsayımlar, yalnızca atanın avlanacağı ağlardır.”

Novalis

Alparslan Açıkgenç bir konferansında bilimsel bilginin bütünüyle sosyologların eline bırakılmasının mahzurlarından söz ederken ortaya çıkan “aşırılığa” vurgu yapmıştı (Miranda Fricker da “Rasyonel Otorite ve Sosyal Güç” makalesinde jeneoloji lehine, hem klasik epistemoloji hem de sosyal epistemoloji için benzer bir aşırılık vurgusu yapar). Bu aşırılığın sebeplerinin en göze çarpanı kuşkusuz, açıklamayı bütünüyle sosyal bağlama indirgeyen sosyolojizmdir: yapısalcılığın çeşitli türevleri içinde sıkışıp kalmış olan sosyoloji, postmodern eğilimlerin pozitivizm karşıtlıklarına rağmen, tüm açıklamayı pozitivizmin olgu dünyasına mahkûm etmekten kurtulamaz. Pozitivizmi eleştirirken, fenomenal dünyanın inşâ edilmişliği sonucunu çıkarsın ya da çıkarmasın sosyolojizm, ancak gerçekliği, pozitivizmin tanımladığı çerçeve ile sınırlayarak ele alabilmektedir. Olgusal gerçeklik, tek gerçeklik olarak alındığı nispette de onun uylaşımsal veya inşâ edilmiş doğasına vurgu da olağan ve mümkün hâle gelebilmektedir.

Modern bilimsel anlayışta bilimin konusu olgu ve olaylardır. İnsanın tabiat hakkındaki araştırması, her ne kadar antik döneme kadar götürülebilirse de bu araştırmanın yöntemine ilişkin bugünkü anlamda bilimsellik ölçütü (mekanikçi felsefenin maddî nedensellik dogmasının bir soyutlaması olarak) modern dönemde ortaya konulmaya başlanmıştır. Burada bilimsellikten maksat; tabiat araştırmasının nesnel bir takım ölçütlere göre, dışsal deneyler ve gözlemler aracılığıyla (olgu merkezli) kanıtlanabilir bir açıklama modeli inşâ edilmesidir. Modern bilimin de meşruiyeti, “bilen özneden bağımsız açıklanabilir evrensel bir gerçekliğin mevcudiyeti” aksiyomuna dayanır. Buna göre bilim olgulardan hareketle, söz konusu özneden bağımsız dışsal gerçekliğin yapısını ve işleyişini genel yasalar biçiminde tespit etme faaliyetidir. Bilimsel araştırmanın özneden bağımsız olarak gerçekliği araştırması; bilimsel faaliyetin iki bileşeni olarak ele alabileceğimiz teorik ve pratik yönleri itibariyle kendi gerçekliğinden soyutlanmış nesnel bir bilincin faaliyetini esas alır. Ne var ki bilimsel araştırma; problemin tespiti, hipotez oluşturma ve akıl yürütme gibi teorik yönleri yanı sıra gözlem ve deney gibi pratik yönleri itibariyle de bilimsel faaliyetin öznesinin epistemik kavrayışından bağımsız değildir.

Thomas S. Kuhn’un (“Bilimsel Devrimlerin Yapısı”nda) bilimsel bilginin çeşitli paradigmalar aracılığıyla farklı bilme tarzlarını yansıttığı fikrini ortaya koyması nedeniyle bilim felsefesi için Kuhn-sonrası bir dönemden de söz etmek mümkündür. Kuhn-sonrası dönem, bilimsel bilginin birikimsel ve rasyonel olduğuna dair özellikle pozitivist varsayımların sorgulanması ve bu bilgi türünün bir uylaşım sonucu var olduğu kabulünü yansıtır –özellikle Lakatos ve Feyerabend’in katkıları işâret edilmektedir. Horgan (“Bilimin Sonu”nda), Kuhn ile yaptığı bir görüşmede bu düşüncenin çıkış noktasını şöyle özetler: Kuhn’un Harvard’ta doktora yaptığı sırada incelediği Aristoteles’in “Fizik” kitabını okurken birçok konuda zekice yazan birinin konu fizik olunca nasıl bu kadar yanılabildiği sorusu kafasını karıştırmış ve o zaman Aristoteles’in fiziğin temel konseptlerini modern fizikçilerden daha farklı araştırdığı sonucuna ulaşmıştır. Farklı bir ifadeyle söylenirse Aristoteles farklı kavramlara dayalı olarak farklı bir bilimsel paradigmanın içinden konuşmaktadır.

Bu durumda şu sonuç makul görülmüştür: Bilimsel bilgiyi elde edecek olan fail, problemleştireceği olguyu gerek teorik gerekse de pratik olarak belirli koşullar aracılığıyla ortaya çıkan bir “bakış açısı” üzerinden ele alabilecektir. Söz konusu bakış açısı ise; failin toplumsal bir özne olarak bilhassa dil aracılığıyla içselleştirmiş olduğu toplumsal arkaplanının bir ürünüdür.

Bununla birlikte bilimsel bilgi ile ilgili bu uylaşımsal yapının bilimsel bilgiyi de içeren genel bir bilgi kavrayışınının bütünü için geçerli olup olmadığı problemi de söz konusudur ve genel anlamda felsefecilerin sosyologlara yönelik aşırılık eleştirileri de burada vücut bulur: Bütün bilgiler uylaşımsal mıdır?

Bilginin ne olduğuna ilişkin epistemoloji içerisindeki tartışmaları, Gettier-sonrası dönemde kritik bir yer tutan içselcilik ve dışsalcılık tutumları aracılığıyla tasnif etmek olanaklıdır: İçselci (internalist) tutum; bilginin öznenin meziyetleri aracılığıyla tanımlanmasını, dışsalcı (externalist) tutumsa bilginin edinilmesindeki kaynak ve vasıtaların (güvenilebilirlik gibi) nitelikleriyle anlaşılmasını önceler. Her iki tutum da bilginin gerekçelendirilmesi için gereken kanıtı farklı yerlerde aramaktadırlar. Böyle bir tasnif, geriye doğru götürüldüğünde -“kavram realizmi” tartışması üzerinden ifade edilirse- Aristoteles’in bilgi anlayışını kısmen, Platon’un bilgi anlayışını ise bütünüyle saf dışı bırakacaktır: Her iki filozof için de gerçek bilginin kavram bilgisi olması nedeniyle bu böyledir. Platon’un gerçek bilgi olarak ele aldığı ideaların bilgisi bütünüyle aşkınken Aristoteles açısından (form) aşkın ve aynı zamanda içkindir: Bu durumda bu iki filozof açısından bilgi problemi, içselci veya dışsalcı bir anlam içermez. Çünkü her ikisi için de episteme aşkındır ve gerekçelendirmesi, ne özne üzerinden ne de nesne üzerinden gerçekleştirilebilir. -“Theaitetos”un sonunda Sokrates’in bilgi için “gerekçelendirilmiş doğru inanç” tanımının da yeterli olmadığını söylemesiyle diyaloğun bitmesi hatırlanabilir.

Bu kısa değerlendirmenin amacı, öncelikle bilgiye ilişkin tasnifin doğru bir biçimde oluşturulmasına duyulan ihtiyacı vurgulamaktır. Bu yapılmadığı takdirde tek bir bilgi türü –veya aynı düzlemde sıralanmış “eşit veya hiyerarşik olmayan” türevler olduğuna dair bir varsayımdan hareket etmek neticesinde “bilgi aklîdir”, “bilgi deneyseldir” veya “bilgi toplumsaldır” gibi genellemeler de kaçınılmaz hâle gelmektedir. Arslan, (“Epistemik Cemaat”te) bilgiye ilişkin olarak tam da yukarıda işâret edildiği anlamda bir sosyolojizm üzerinden hareket eder, şöyle yazar bu sebeple: “Bilginin varoluş temeli toplumdur. Bu önerme genelde sosyolojinin, özel olarak da bilgi sosyolojisinin temelinde yer alan bir mihenk taşı önermesidir. Klasik sosyoloji geleneği içinde yer alan düşünürler arasında, bilginin içinde inşa edildiği toplum dikkate alınmaksızın anlaşılamayacağı yolunda bir mutabakat (consensus) vardır”.

Bilginin salt toplumsal olarak tanımlanması, her şeyden önce aklın tarihselliği ve inşâ edilmişliğiyle ilgilidir. Ancak bu anlamıyla bilgi, zaten antik felsefeden itibaren “episteme” olarak kabul edilmemiş, Kartezyen felsefeyle beraber –düşünen öznenin var olduğu varsayımına dayanarak- derecesi yükseltilmiştir. Kaynağı ister akıl olsun ister deney olsun bu bilgi, tabiatı gereği öznelerarası mutabakat vasıtasıyla nesnel olarak vasfedilmektedir –hem özneye dayalı olarak göreceli hem de ortama dayalı olarak bağlamsaldır. Ne var ki bu bilgi türünün olgulara ilişkin olmasına bağlı olarak beliren göreceliliği veya toplumsallığı ile filozofların “kavram/idea” bilgisi aynı olmamaktadır. Çünkü kavram bilgisi, -örneğin Arslan’ın “her türlü” üniversalizmi reddeden (Giriş, s.XII) konvansiyonalizminde bir anlam taşımamaktadır. Üniversalizme karşı geliştirilen söylemlerin temel sebebi, “kavram bilgisi”nin tümevarımla elde edilen genellemeler olarak anlaşılmasıdır ki bu anlamıyla üniversalizm, yukarıda ifade edildiği üzere pozitivist metodun yaklaşımıdır. Esasen tam da bilim sosyologlarının doğru olarak tespit ettikleri üzere pozitivist evrenselcilik bir “iktidar” aygıtıdır: Bilimsel bilginin geçerliliğine ilişkin gerekçelendirmeler sadece belirli bir metodoloji kapsamında mümkün sayılmıştır bu sebeple. Bu noktada Arslan’ın da vurguladığı üzere bilimsel bilginin değişken olan nesnelerinin evrensel olduğu iddiası, kolonyalizmin ideolojik tezlerinden birisidir. Avrupa-merkezli bu yaklaşım, bilimi din gibi “inşâ” ederken Nietzsche’nin ifadesiyle güç uygulamasının bir fonksiyonunu da teşkil etmektedir –Kilise’nin bilgi iktidarı el değiştirmektedir çünkü. “Bilgi güçtür” önermesi (veya akidesine bağlı olarak) güce sahiplik durumu, toplumların ilerlemişlik ve geri kalmışlarının da belirleyicisidir. Yani ilerleme veya diğer bir yönden bilimsel bilginin birikimsel niteliği de böylece uylaşımsal bir norm olarak ortaya çıkar. Arslan’ın “bilimsel bilginin evrenselliği” tezinin, sadece epistemik statükoyu elinde bulunduranlara hizmet edeceği, Avrupa-merkezci dünya görüşünü meşrulaştıracağı yaklaşımı bu bağlamda bir doğruyu işâret eder. Bununla birlikte aynı görüş, en azından doxastic temelde göreceliliği de bir gereklilik olarak ortaya koymaktadır.

Ne var ki pozitivizmin aksine klasik epistemoloji açısından üniversalizm, tümdengelimsel bir yöntem ile bütünleşiktir. Önce kavram vardır. Bilginin olanaklılığı da bilginin ancak tam ve doğru bir kavram (tasavvur nesnesi) aracılığıyla söz konusu olabilir: Kişi, ancak bir nesneye ilişkin tam ve doğru bir kavrama sahip olarak ve bunu tasdik ederek o nesneyi bilmiş olur. Bir şeyin tam ve doğru olması –tamsa ilerlemez, doğruysa düzeltilemez olduğundan- o şeyin değişmemesini gerektirdiği için de episteme sadece tasavvur nesneleri için mümkündür; çünkü kavramlar oldukları gibidirler. Burada evrensellik vurgusu, değişenlerin çokluğunu a priori tekleştirme (uni-vers) niteliğine matuftur. Yani evrensel olan –evrenin her yerinde her zaman aynı şekilde kalan gibi anlamsız ve tuhaf bir fikre değil, çoğulluğa aşkın bir doğaya/mahiyete sahip olma fikrine gönderme yapar.

Şu hâlde kavram bilgisi ile olgu bilgisini birbirinden ayırmaksızın “bilginin varoluş temelinin toplumsal kabul edilmesi”, bizatihi pozitivist aksiyomlara dayanıldığını da göstermektedir. Çünkü bu şekilde bir genelleme yapılabilmesinden de anlaşılacağı üzere bilgi kavramı ile olguların bilgisine gönderme yapılır.

Elbette bu değerlendirme, bilimsel bilginin sosyolojik veya sosyal ilginin nesnesi olduğu yaklaşımını bütünüyle reddetmez. Çünkü burada kullanıldığı gibi bilim, olgu dünyasını araştırmaktadır. Olgu dünyasına ilişkin ilgilerin de toplumsal yönlere sahip oldukları aşikârdır. Şu hâlde “her türlü bilgi”yi değil fakat olgusal bilgiyi toplumsal olarak inceleme olanağı söz konusudur. Çünkü bilginin imkânı zaten tasnif ile başlar.

Öyleyse Arslan’ın “bilimsel bilginin evrenselliği” tezinin, yalnızca epistemik statükoyu elinde bulunduranlara hizmet edeceği fikrinin doğruluğu, kendi tezinin de söz konusu epistemik statükonun bir ürünü olmasıyla kanıtlanmış durumdadır. Bu, postmodern denilen düşünce için sıradan bir hâldir çünkü.

Görsel: "Çizen Eller", M.C. Escher

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder