14 Temmuz 2018 Cumartesi

Kant: Bilgi Teorisi ve Metafiziğin İmkânı

“[N]e asıl Fiziğin kaynağını oluşturan dış deney, ne de deneysel Psikolojinin esasını oluşturan iç deney, bu bilginin [metafiziğin] temelini oluşturabilir. Demek ki o, a priori bilgi veya saf anlama yetisi ve saf akıl bilgisidir. Ama bu bakımdan onu saf matematikten ayıran hiçbir özelliği yoktur; bu nedenle ona saf felsefî bilgi denilmesi gerekir.”

I. Kant, Prolegomena

Kant bilgi teorisini ortaya koyduğu eseri Saf Aklın Eleşirisi’nde “Transandantal Diyalektik” başlığı altında metafiziğe ilişkin görüşlerini belirtir. Kant açısından metafiziğin önemi, öncelikle onun bilgi teorisi içerisindeki yeridir denilebilir: Metafiziğin olanağı üzerine sorgulama, metafizik ile ilgili ne bilebileceğimize dairdir nihayet.

Kant metafiziği insan aklına içkin bulur ve hatta onun doğa tarafından insan aklına yerleştirildiğini düşünür. Ancak bir kavram çözümlemesi olarak –analitik önermelerle- inşa edilmiş olması nedeniyle Aristoteles’ten bu yana herhangi bir gelişme göstermediğini düşünür. Kendi ifadesiyle, Saf Aklın Eleşirisi’nin ayrıntılı ve hacimli yapısı gereği Kant, bir anlamda bir özet olarak Prolegomena’yı kaleme alır. Prolegomena ya da Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Önsöz’ün girişinde Kant, metafiziği çalışmaya değer bulan herkesin bu eser için bir ara vermesini ve metafiziğin olanaklı olup olmadığını sorgulamasını amaçladığını ifade eder. Çünkü metafizik, ona göre, başka her konuda bilgisiz olan kişilerin hakkında yargıda bulunduğu bir alan olduğu için onda boş lafla esaslı olanı ayırt etme için bir ölçü bulunmamaktadır. Kant bu konuda o kadar emindir ki ona göre kendisinden evvel metafizik hiç var olmamıştır.

Bununla birlikte metafiziğin kaderi açısından Kant, Hume’un ona olan etkisini kabul eder: Hume bu bilgi türüne herhangi bir ışık getirmemişse de yaptığı saldırıyla bir kıvılcım sıçratmıştır. Hume, olgular arasında gözlemlenen neden ve etki ilişkisini/bağlantılılığını tartışmış, biri neden diğeri etki olarak görülen iki şey arasında aklın kurduğu zorunlu bağlantının dayanağını sorgulamıştı. Hume’un epistemolojisi kısaca hatırlanırsa, onda “izlenimler” ve “idealar” arasından bir ayrım söz konusudur. Hissetme ve düşünme arasındaki farkta temellenir bu iki kavram; izlenimler, hissetmeyle ilgili, deneyimle elde edilen duyumlar ve duygulardır; idealar ise düşünmeyle ilgilidirler, düşünme etkinliği ile oluşturulan zihinsel imgelerdir. Ancak bu durum, ideaların tecrübeden bağımsız oldukları anlamına gelmez; Hume’un örneğiyle doğuştan kör birinde renk tecrübesi bulunmadığından renk ideası da mevcut değildir. Fakat şu sonuç makuldür: İdealar, izlenimlerden gelirler. Ampirist olan Hume, böylece bilgiyi tecrübeyle başlatır, tecrübe izlenimi var eder ve izlenimlerin düşünce nesnesi olarak tasarımı da ideaları oluşturur. Buradan da anlaşılacağı üzere Hume’un bilgi anlayışında “tecrübeden gelen izlenim olmaksızın ideanın olamayacağı” düşüncesi onun metafizik eleştirisinin de merkezinde yer almaktadır.

Hume, A ve B olguları arasında kurulan nedensel ilişkiyi bir akıl yürütme (reasoning) olarak değil, alışkanlık ya da âdet olarak görür. Şöyle ki “A olgusunun geçmişte B olgusu ile birlikte ortaya çıktığı gördüm” demekle “A olgusunun B olgusu ile birlikte gideceğini öngörüyorum” demek aynı değildir; ilki geçmişle ikincisi ise gelecekle ilgilidir. Fakat şayet idealarımın kaynağı olan izlenimlerim sadece tecrübe ile ortaya çıkıyorsa, geleceğe ilişkin bir idea nasıl mümkün olacaktır? Tecrübe edilmemiş bir şeyin izlenimi ve ideası yoksa burada kurulan nedensellik ilişkisi de idealara dayalı bir akıl yürütme olmayacaktır… Ya da A ile B arasında görülen nedensellik ilişkisinin zorunluluğu nesnelerde değil, sadece düşünmede söz konusudur ki yinelenirse düşüncenin konusunu oluşturan nesneler değil idealardır ancak söz konusu idealar bir izlenime bağlı değildirler.

Hume’un aynı zamanda tümevarım mantığını da dışlayan bu anlayışı, bilimde rasyonaliteyi reddetmekle (irrasyonalite ile) sonuçlanan bir kuşkuculuk biçimi olmuştur. Ya da Kant’ın deyişiyle soruşturma gemisi, kuşkuculuk kıyısına oturmuştur. Kant bu sorunu, kendi bilgi felsefesi aracılığıyla aşar: Hume ve diğer ampiristler gibi bilginin tecrübe ile başladığı kabulüne yaslanırsa da ampiristlerden ayrı olarak bilginin esas oluşturucusunun insanın anlama yetisi olduğunu ileri sürer ve ampirizmle rasyonalizm arasında olduğu gibi metafizik önermeler için de dogmatizm ile kuşkuculuk arasında bir orta yol bulunduğunu iddia eder. Tıpkı A ve B olgularının birlikte görünmesinin ardındaki neden ve etki ilişkisinin Hume’un düşündüğü gibi bir alışkanlık veya önkabul ile ilgili olmayıp aklın tecrübeye karışmamış veya saf yönünün kavramları olan a priori ilkelerden çıkarıldığı fikrinde olduğu gibi anlama yetisinin doğru anlaşılmasının, kuşkucu kaçışlar için engelleyici olacağını düşünür.

Kant’a göre insan bilgisi a priori (tecrübe öncesi) ve a posteriori (tecrübeden sonra gelen) olarak ikiye ayrılır. Anlaşılacağı üzere Kant, metafiziği a priori bilgi çerçevesinde ele alır. Ancak metafiziğin bu kavranışı, ona göre fenomenal alanla sınırlandırılmıştır. Şöyle ki Kant, kendinde-nesne (noumen) olarak adlandırdığı şeylerin özlerini insanın düşünebileceğini ama bilemeyeceğini, sadece onların görünüşlerini (fenomen) bilebileceğini ileri sürer. İnsan bilgisi her hâlükârda fenomen dünyası ile sınırlı olduğu için metafizik de ancak bu alanda mümkündür. Peki, görünüşlerin metafiziği ile kastedilen nedir? Aşağıda ifade edileceği üzere tanrı, ruh gibi şeyleri bilmenin bir olanağı mevcut değildir, onlar yalnızca düşünülebilen idelerdir ancak bilginin tecrübe koşulu için hiçbir içerik sağlamazlar. Fakat iki olgu arasındaki nedensellik ilişkisi veya doğa yasaları, metafizik imkân olarak mümkündür.

Bu metafizik kavrayışı içinde ifade edilirse Kant; empirik veya tecrübî olmayanı, saf olanı imlemek için Transandantal terimini kullanırken insanın bilme yetisini aşan, kavrama imkânı bulunmayan (tanrı ve ruh gibi) ideleri imlemek için transandant terimini kullanır. Yani Kant felsefesine göre transandant ile transandantalın, bilgi imkânı itibariyle zıtlıkları söz konusudur.

Kant’ın bilgi felsefesinde a priori formların saf olmalarının anlamı, onların henüz tecrübe ile karışmamış olmalarıdır. Kant, Transandantal Felsefe ile insan aklında bulunan bu bilgi formlarını araştırır. Bilginin tecrübeyle başladığını ve bilginin tecrübe aracılığıyla edinilen yönünün onun maddesi (içeriği) olduğunu ileri süren Kant, bilginin formununsa maddesinden ayrı bir kaynaktan geldiğini düşünür. Ona göre aklın anlama yeteneği içinde yer alan bilginin formu, onun a priori yönünü oluşturmaktadır ve bu anlamda transandantaldır. Saf algılar (pure intuitions) ve saf kavramlar (pure concepts), insan varoluşunun hassasiyet (sensibility) ve anlama yetisi ile ortaya koyduğu a priori bilgiyi oluşturmaktadırlar. Bu anlamda transandantal felsefe içinde Kant onları, matematik ve doğa bilimlerinin imkânı olarak değerlendirir. Çünkü onlar nesnelere ilişkin bilgimizin a priori özelliklerine dairdirler.

Buna karşın transandant; Tanrı, ruh, ölümsüzlük ve özgürlük gibi insanın kavrama yetisini aşan ideler için kullanılmaktadır. Söz konusu ideler, insanın bilebileceği fenomen dünyasına ait olmayıp numen alanındadırlar. Bu alan ise insanın bilme kapasitesinin üzerindedir. Bu durumda metafiziğin nasıl mümkün olacağı sorusu Kant’ın bilgi kuramı için de bir motivasyon içermektedir.

Kant’a göre klasik metafizik empirik bilgiyi görmekten kaçındığı için tarihe gömülmüştür. Kant için tecrübî bilginin maddesini, bilginin bir koşulu olarak insanın varoluşunda bulunan hassasiyet/duyarlılık (sensibility) yetisi sağlamaktadır. Bu nedenle tecrübî bilgi görmezden gelinemez. Onun bu yaklaşımı üzerinden ifade edilirse insanın hassasiyeti ve düşünme kapasitesi sadece fenomenlere ilişkin bir bilgi sağlayabilecek durumdadır. Metafizik tarihinin en başından beri araştırma konusu olan gerçeğin yapısına dair yaklaşımlarda, gerçeğin kendisi ile görünüşü arasında bir farklılık bulunduğu savı birçok metafizikçi tarafından ileri sürülmüştür. Kant bu farklılığı insanın bilme kapasitesi ekseninde değerlendirerek insan aklının yalnızca algıya verilen ve duyarlığa konu olabilen fenomenleri bilebileceğini, kendinde-nesne veya numenin ise düşünülebileceğini fakat bilinemeyeceğini ileri sürer. Buna göre insan nesneleri kendinde hâlleriyle değil, aklın kapasitesine göre bilebilmektedir.

Kant felsefesine göre insanın bilme sürecini şöyle özetlemek mümkündür: Başlangıçta nesne vardır, nesne insan hassasiyetini harekete geçirir ve ondan alınan veri, akılda saf algı ve saf kavramlara dönüşür. Bununla birlikte akılda bulanan ama başlangıcı itibariyle tecrübeden gelmeyen ve bu nedenle anlama yetisinde de bir karşılığı bulunmayan ideler mevcuttur. Söz konusu ideler, bir nesneden gelmedikleri için fenomen dünyası içinde değerlendirilemezler. Bunlar Tanrı, ölümsüzlük, ruh, özgürlük gibi duyulara aşkın, transandant olan, görünüşe sahip olmayan numen alanındadır. Aklın yapısında bulunan ideler ile güvenilir bilgiye erişilmek istendiği zaman ortaya çıkacak hatayı gösteren Kant, transandantal mantık içerisinde başvurduğu diyalektik kavramıyla insanın kaçınamayacağı aklî dinamizme vurgu yapmaktadır. Ona göre söz konusu akıl ideleri, metafizik yanılsamalar oluşturmaktadırlar. Çünkü Kant için bilgi ancak tecrübeden başladığı zaman mümkün olmaktadır ve idelerin kaynağı tecrübe değildir.

Akıl, içyapısı gereği, anlama yeteneğinin tecrübî verisini kullanarak oluşturduğu bağlantıları aşmak ve bütünü kavramak istemektedir. Ancak bütünü kavramak için başvurduğu ideler, bir nesneden gelmemekte, aklın kendi referanslarından oluşmaktadır. Örneğin evrenin, içinde her şeyi barındıran bir bütün olarak tasavvur edilmesi, deneyimlenebilecek bir şey değildir ancak aklî bir ideye dayanmaktadır. Bu durum, idelerin neden bir yanılsama olduklarını da göstermektedir. Böyle olmasının nedeni Kant’a göre kavramların algısız kalmalarıdır.

Bununla birlikte Kant, metafiziği tümden reddetmez. Her ne kadar onun bir bilim değil disiplin olduğunu ifade etse de metafiziği insan doğasına içkin kabul eder. Şayet metafizik insan doğasına içkin ise metafiziği duyuları aşan (transandant) bir bilme şekli olarak anlamak doğru mudur? Kant’a göre doğru olan bu değil, metafiziği insanın hassasiyet ve anlama yetisi dâhilinde yapılandırma gereğidir. Bu nedenle Kant, matematikte ve doğa bilimlerinde olduğu gibi metafizikte de önermelerin a priori sentetik önermeler olması gerektiğini, metafiziğin ancak bu tür önermelerle bilgi verebileceğini düşünür. Oysa tecrübî bilgiye dayanmayan metafizikte geçmişte daima analitik önermelere başvurulmuştur.

Kant bu sebeple metafiziği ancak fenomenler ile bilinemez olan akıl ideleri arasındaki bir sınırda mümkün görmüştür. Yani metafizik şayet bir bilim hâline getirilmek istenirse birinci koşul, onun konusunun transandant olan numen alanından fenomen alanına doğru geri çekilmesi ve ikinci koşul da a priori sentetik önermelere dayandırılmasıdır. Ki bu iki koşul da birbirine bağlıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder