Bilgi kavramından bir kesinlik (yakîn) kastedilirse herkes için uzlaşmaya açık bir bilgi nesnesi mevcut olamayacaktır.* Çünkü Aristoteles’ten beri üzerine bilimin inşa edildiği kabule göre; her kanıtlama bir açıklamaya muhtaç olacağı için kanıtlama çabası, sonsuz geri gitmelere yol açar. Yapılabilecek olan şey, belirli temel ilkeleri aksiyom olarak kabul etmektir.
Bu durum hangi bilgi için bir kesinliğe müsaade eder? En azından Descartes’ın yöntembilimsel şüphesiyle hareket edilmesi durumda, bilgi olanaksız olacaktır. (Menon’da Sokrates’in eğitimsiz kişiye sorular sorarak geometri sorusunu çözdürmesiyle ondaki bu geometri bilgisinin (?) episteme değil, doğru sanı olduğunu ifade edişi; bilginin temellendirilme gereğiyle ilgili olduğu kadar Logos-insan ilişkisiyle de ilgilidir. Yani, doğru cevaplar verirken bu cevapların tutarlı olarak nedensel açıklamasına ihtiyaç vardır.) Descartes açısından bu, “düşünüyorum” gibi kendiliğinden apaçık bir temel için olanak sağlar. Ancak Descartes şüphesini, “düşünüyor olan bir özne”nin de vehim olabileceğine noktasına götürmekten geri durur. Sonra iyi bir Tanrı fikrine dayanarak temellendirmeye girişir.
Şu halde bilgi kuramı açısından her kanıtın, kesinliği apaçık bir aksiyoma dayalı olmasından ziyade varsayımsal bir değere dayalı olduğu noktaya gelmek kaçınılmazdır. Bu, doğa felsefecilerinin hipotetik temel unsur veya ilkeleri (toprak, hava, su, ateş) gibi doğa nesneleri için de Anaksagoras sonrasında belirmeye başlayan rasyonel ilkeler için de Kant sonrası yeni bir hâl alan doğa nesneleri için de geçerlidir. Hiçbir temel ilke, kesinlik hakkında herhangi bir şey vermez. Bu durum, bilginin saltık bir veri değil de bir inanç formu olmasının da sebebidir. Bir elmanın yeşil olduğuna dair bilgimiz saltık değildir, bu bilgiden önce gelen iki koşula “bağlıdır”;
-Elmanın yeşil olduğunun doğru olması (bilginin nesneye uygunluğu),
-Elmanın yeşil olduğunu kabul etme/inanma.
Bu iki koşul zorunludur –ancak yeterli değildir- ve bilgi ancak bu koşullardan sonra “olası”dır. Bu durumda, herhangi bir bilginin dışarıdan ölçümü de söz konusu olamaz, çünkü belirsizlik söz konusudur.
Şu hâlde elmanın yeşil olduğuna dair elimizde bir kanıt var mıdır? Kant açısından çözüm, elmanın kendiliğindenliğini bilemeyeceğimiz ama insana göreli görünüşünü bilebileceğimiz şeklinde rölativist bir açıklamada yatar. Bu çözüm, elmanın rengini asla bilemeyeceğimizi söylemenin bir yoludur sadece.
Masanın üzerindeki elmanın rengini kesin bir biçimde bilmek için bir yol yokken Tanrı’nın varlığı için kanıt aramak bu nedenle ilgi çekicidir. Çünkü yapılan şey bütünüyle pratik bir sorunun “aşkınlaştırılması”dır. Tanrı da aşkınlaştırıldığı ölçüde –aşkınlığın doğası gereği- “anlaşılmaz” değil midir?
İnanan açısından kanıt, Tanrı’nın gerçek olarak bilinmesidir: hakk’el yakîn. Bu ise imandan başka bir şeye karşılık gelmez. Yani tıpkı bilginin doğruluğuna inanmak gibi Tanrı’nın gerçekliğine inanmak. İki inanç formu da (bilgi ve iman); bir değer içermeleri (doğruluk ve gerçeklik) ve bu değeri hipotetik bir temel haline getirmeleri açısından aynıdırlar. Tekrar Aristoteles’e dönersek, bu tutum, üzerine bilgi eklenebilecek ilk ilkeyi kabul etme/benimseme işidir. Bu ilke ise ya insan ürünü rasyonel bir inşa ya da Tanrı’nın insan aracılığıyla koyduğu sürrasyonel bir temeldir.
* Burada bir sorun, matematik nesnelerin varlığına ilişkindir. Matematik nesneler özü itibariyle aklî tasarımlardır, yani varlıkları rasyonel inşayı gerektirir: Aritmetiğin unsurları olarak sayılar kurgudur, geometriyse mekân algısıyla ilişkili bir çıkarımdır (ontolojik değil, epistemolojiktir). Platon’un matematik bilgisini episteme ve doksa arasında bir sınır olarak ele alma nedeni –Kant sonrası kavrama açısından- analitik önermelerle kurulmuş olmasıyla, yani nesneyi tanımlamaya bağlılığıyla ilgilidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder