22 Mayıs 2016 Pazar

Nomos'a Doğru: Akıl ve Kozmos

"İçinde gerçek payı bulunan bu öyküye göre, bir tanrının değil, bir ölümlünün yönettiği ne kadar devlet varsa, insanlara felaketten ve acılardan kurtuluş yoktur; ama gene bu öyküye göre, her türlü çareye başvurup Kronos çağında olduğu söylenen yaşamı örnek almalıyız ve içimizde ölümsüz ne varsa, toplumsal ve kişisel yaşamımızda buna uyarak, aklın bu paylaşımına 'yasa' adını verip evlerimizi ve kentlerimizi yönetmeliyiz."
Platon, Yasalar

Kozmos kendiliğinden bir sonuç olarak kavranılır sıklıkla: Bilincin kendini içinde bulduğu bir düzen fikri -tıpkı kozmetik ile güzelliğin öğelerinin düzenlenmesi hususunda olduğu gibi, o kadar kanıksanmıştır ki "düzen olarak kozmos" ve "gerçeklik" mutlak anlamda bir özdeşlik içindelermiş gibi kavranılırlar. Bu kavrama biçiminin yeni (modernus) olduğundan söz etmek, ahengi olduğu gibi düzen kavramına indirgeme eğilimiyle kendini açığa vuran modern zihniyetin ilâhî takdir ile siyasî/toplumsal ölçüt arasında koşutluk kurma temayülünü geleneksel dünyaya atfedişini açığa çıkarmayı da kapsar ki bu, Platon'un nomoi (yasa) sözcüğüyle imlediği kavramı aklîleştirmenin sonuçlarından birisidir. -Bir diğer sonuçsa ideaların bilgisi olarak episteme'nin akılla kavranabileceği fikrinden hareketle yasa'ya ilişkin bilgi üzerinden geçmişe ya da geleceğe atıfla temellendirilen ütopik tasavvurun kendiliğinden türemesidir. Bugün düzenlilik ve gerçeklik arasında kurulan bu özdeşliğin karşılığı olarak kavranılan kozmos kavramı üzerine temellenmiş kozmoloji ya da İslâm dünyası açısından kevniyyat ilmi -kün'den gelen kelimenin etimolojisinde de gözlenebileceği üzere, doğrudan oluşla (mevcudatla) ilgili olmakla birlikte sözkonusu oluş da "gerçek" ile (el-hakk olarak) vücut bulmuştur. Yani kozmos sözcüğünün ya da kainatın gerçekle özdeşleşebilecek anlamı düzenliliğe değil fakat ahenkle kaim varoluşa dairdir ki buna doğrudan bütün demek mümkündür. -Bu bütünün (kozmosun) ilkesi olarak nomoi sözcüğünün Yunan dilinde yasa anlamına geldiği gibi ezgi anlamına geldiği de hatırlatılmalıdır.
 
Kozmosun bir sonuç olmadığından ve bir oluş süreci olarak kavranmasından kopuş, onun ilkesi olan yasa'nın aklî bir kaide gibi kavranması ve bu sûretle insanîleştirilmesi demektir. Kainatın ahengine ve doğal dünyanın ritmine dair içgörü, bilinç unsuru olarak insanın yaşamında da bir ahenk aramanın aklî olarak gerekçelendirilmesine de sebep olmuştur. Eski filozofların yazdıklarından çıkarsanabileceği gibi ahlâk ve hukuk, bu gereksinmenin bir sonucu olarak bir araya gelmiş insanların (toplulukların) varmış gibi kabul ettikleri bir yapıyı düzenleme işine yönelmişlikleridir. Yapıdan söz edilen bu noktada düzen iddiasının gerçekliğine dayanak olması maksadıyla doğal olanla insanî olan da sanki aynı şeylermiş gibi sunulmuştur: Gözlemlenen bir sürece bağlı olarak (teleolojik) doğanın işleyişi içerisinde mevcut bir takım kanunlar olduğu çıkarsamasını yapan akıl, insan toplulukları için de kanunlar olması gerektiği fikri ile ahlâkı ve hukuku icat etme yoluna böylece gider. Fakat bu icat, tam tersi yönde işleyen bir akıl yürütme biçiminde gösterilmiştir hep: Bilimsel ilerleme diye anılan bilgi üretim sürecinin kodlarına bakıldığında görülecektir ki insan toplulukları -sosyoloji marifetiyle yapı denilen bir düzen içerisine hapsedilirlerken bu düzenin doğal olduğuna ve evrenin işleyiş yasaları kapsamında düzenin gerekli olduğuna dair veriler de üretilmiştir. Buradan çıkacak en basit sonuç, bilginin düzene meşruiyet sağlamak için üretilme amacının görünürlüğüdür.
Ara not: Bilginin Araçsallığı
-Modern zihinlerce rasyonel çıkarsamaya dayalı olarak kavranan felsefe ve iktisadî "yapı"nın bulunmadığı yaşam dünyası anlamında- Geleneksel/ilkel dünyada bilgi, üretilebilecek bir nesne olarak asla görülmemiştir. Bu yönden dikkat edilirse modernitede zirveye ulaşan akıl tapınıcılığı sonucu ortaya çıkan krizle (tarihsel olarak II. Savaş'a tekabül eder) postmodernlik, salt bilgi patlaması olarak tezahür etmiştir: Bilginin işlerliği, bilgi bombardımanı, sınırsız bilgi akışı, bilgi toplumu vs. Bu sebeple postmodernliğin modernliğe eleştirisi yaşam dünyasında hiçbir şeye karşılık gelmez, zira postmodern insan sadece bilgi düzleminde yaşar ki bu doksik bilginin kendisi de üretilmiş olmaklığı itibariyle bir çokluk olarak sadece çokluğa hizmet eder; yaşamsal bir değeri yoktur, bir değişim değeridir. Bilginin nesneleşmesi, bir bilgi deposu/obje yığını olarak görülen evren anlayışının sonucudur. -Söz konusu anlayış, literatürün dışında modern olarak tanımlanan yeni-insanın baskınlıkla zuhur etmesiyle başlamıştır ki iktisadın, siyasanın, toplumsalın ve hepsini karakterize eden üretimin başlaması bir milattır. O hâlde bilginin nesneleşmesi ile toplumsal örgütlenme ve bu örgütlenmenin temel ihtiyacı olarak -amaçsallık bağlamında düzen fikri arasında kesin bir ilişki vardır ki postmodern durumun keskinliğinin artışı ölçüsünde hayata ilişkin her şeyin netleştirilme ve düzenlenmesine yönelik eğilim de bunu doğrulamaktadır: Bu eğilimin, geleceğin toplumsallığındaki kat'i denetim ile insanın (içsel) itkileri üzerinde kurulacak bir iktidar biçimine işaret ettiğini söylemek de mümkündür; rahatça gözlemlenebileceği üzere gidiş bu yöndedir.
Bu mihverde dile getirilirse tümdengelimci, çıkarsamacı ve tasnif yeteneğinin bir ürünü olarak ortaya çıkarılacak böylesi bir bilginin üretim koşulları, belirgin olarak tarihsel bir nitelik taşıyacaktır; bugün, zamansal ve mekânsal olarak evrensellik iddiasıyla ortaya konulsa da farklı tarihsel koşullar içinde farklılaşacak bir bilgi türünden söz edildiği aşikârdır. Horkheimer, bu bilgi türünün kaynağı olarak işâret ettiği öznel aklın tarihselliğine değinirken onu, Avrupa'da son yüzyıllarda ortaya çıkan değişmelerin bir belirtisi olarak tanımlar. Öznel akıl, araçlarla ve amaçlarla ilgili olmak bakımından öznenin (bireysel ya da bireyin bağlı olduğu topluluğun) varlığını sürdürmesi için gerekli koşullara odaklanmış olarak kullanılan araçların uygunluğuyla ilgilidir. Bu onun aynı zamanda faydacı karakteridir de. Bireysel veya topluluk karakteri yönünden öznelleşme ve Touraine'ın tespitiyle ona bağlı olarak ve onunla gelişen rasyonelleşmeden önceyse akıl yalnız bireyin zihninde değil, nesnel dünyada da yani insanlararası ilişkilerde ve doğada da mevcut bir kuvvet kabul ediliyordu. "Platon'un ve Aristoteles'in felsefeleri, skolastik düşünce ve Alman idealizmi gibi büyük felsefi sistemler, nesnel bir akıl teorisi üzerine kurulmuştu. Bu görüş, insan ve amaçları da içinde olmak üzere bütün varlıkları kapsayan bir sistem ya da bir hiyerarşi oluşturmayı amaçlıyordu. Bir insanın hayatının akla uygunluk derecesini belirleyen, bu bütünlükle arasındaki uyumdu." (Horkheimer, Akıl Tutulması)

Hemen dikkat çekecek olan, Horkheimer tarafından nesnel akıl olarak söz edilen modern öncesi akıl kavrayışının kökeninde uyum varken modern akılda bunun yerini öznellik itibariyle faydanın almış olmasıdır. Bu kriter dikkate alınarak hatırlatılmalıdır ki Rönesans itibariyle rasyonalizmle oldukça ilişkili olan hümanizmin antik felsefede keşfedilmek istenecek versiyonlarına karşı -bu aslında Pisagor'un kötü bir yorumuyla ilgilidir, Platon her şeyin ölçütü olarak insan değil Tanrı'yı zikrederken Horkheimer'ın evrensel rasyonalite dediği nesnel akıl ile insan varoluşunu uzlaştırma gayreti -çünkü yasa doğanın kendisidir (Platon,Yasalar) erdemi ön plana çıkarır. "Örneğin Platon, Devlet adlı yapıtında, nesnel akla göre yaşayan insanın aynı zamanda başarılı ve mutlu bir hayat süreceğini de kanıtlamaya çalışır. Nesnel akıl kuramının odak noktası, davranışlarla amaçların birbirine uydurulması değil, bugün bize oldukça mitolojik görünebilecek bazı kavramlardır: sözgelimi, en büyük iyilik, insanın kaderi ve en yüksek amaçların gerçekleşme biçimi gibi düşünceler."

Bu farklılık şu yönden önemli: Platon'un kullandığı ve nomos'un ilkesi olarak andığı aklı, tarihsel-öznel akıl ile aynı şeymiş gibi görme eğilimi, -insan-ı kâmili insan olarak vehmetme türevinde olduğu gibi Logos'u özneleştirme yanı sıra kozmosu da ilkeleri topluluk yaşamına uyarlanacak bir düzenlilik hâline indirgemeye yol açmaktadır. Bu eğiliminse en açık sonucu "gerçek/el-hakk" ile bütünleşik bir idea fikrine erişilemediği için gerçekten bir kaçış olarak ideal toplum kurgularına veya ütopyalara sığınmaktır. Bu sebeple Platon'un Devlet ve Yasalar ile söz ettiği toplumsallık -tıpkı Fârâbî'nin Medinet'ül Fâzıla'da yazdıklarının ütopyalaştırılması gibi ideal bir toplum kurgusu olarak alımlanmakta ve sunulmaktadır. Her şeyden önce belirtilmelidir ki her iki filozofun söz ettiği toplumsallıklar planlamacılık ya da tasarım toplumu anlamında Rönesans'tan itibaren Thomas More ile başlayan ütopyacılığın rasyonel karakteriyle felsefî temelde hiçbir şekilde ilişkilendirilemezler. Fârâbî yönünden bunun gerekçeleri yazıldığı gibi Platon yönünden de ayrıntılı olarak verilebilecektir: Filozofun eşitlik olgusunu Zeus'a havale edip böylece en büyük adaletsizlik dediği "eşit olmayanların eşitliğinin" ortadan kaldırılmasıyla belirecek adaleti Devlet'in temeline yerleştirmesi gibi en azından siyaset itibariyle rasyonaliteyi dışlayışı açıktır. (Yasalar, 222) Polis ve medine için filozofların aklîleştirilemeyeceğinin bir başka örneği mekân olgusunun kavranma biçiminde yatar: Filozoflar açısından şehir ile mekân arasında modern anlayışın yöneldiği gibi bir ilişki sözkonusu edilemeyecektir, üstelik tıpkı şehrin varoluşunda -Horkheimer'ın nesnel akıl dediği kavramı yeniden yorumlarsak -akıldışı değil, akılüstü bir idenin mevcudiyeti gibi mekânüstü bir kavrayıştan da söz edilebilecektir. Platon açısından bunun ifade edilme şekli, şehrin sembolik anlamı olan on iki parçaya bölünerek her parçanın (köyün) merkezine kurulacak Akropolis fikridir: Bununla, tapınağın cismî varlığından ziyade temsil ettiği anlam açısından Platon'un tüm yasaları, öznel akıldan ötede -her şeyin ölçütü olduğunu söylediği tanrıya atfetmesi fikrinin tecessüm edişi söz konusudur. Yine Fârâbî ile kurulacak bir benzerlik olarak şehrin merkezinin kalp olduğu söylenebilecektir. (Şehr-i Kalbin Sâkini) Bunun temel gerekçesiyse Platon için nomos'un ilkesi olarak söz edilen aklın yine Tanrı'ya atfedilmesidir.

Arapça akıl kelimesi köken itibariyle (ukla) dizginlemek/denetim anlamından gelir (Latincedeki ratio'dan türeyen diğer kelimelerde de hesaplama ve onun amacı olarak denetim anlamı esastır). Bu esas, bir meleke olarak aklın çalışma prensibinin nedensellik bağı kurmasıyla ilişkili olması bakımından onun profan niteliğini de gösterir: Akıl, metafizik İlke'nin aşkın hâlinden bir kopuşla varoluşu nedensellik düzlemi içinde kavramakla sınırlıdır. Bu yönden yaygın kabulün aksine akıl özgürleştirici değil bilakis bilinci hapsedicidir. Ki -kendi kendine açan çiçekten, yavrusunu emziren ceylana vs. bilincin açık olarak gözlemlenebildiği doğada aklı bu ölçüde kullanan insandan başka hiçbir türün özgürlük sorunu yoktur. Akıl tarafından kurulan nedensellik ağı da son aşamada bir düzen fikrini inşâ etmek durumundadır. -Teleolojik düşünceyle nihaî bir amaç olarak kurgulanan düzen, onun temsil ettiği bütünde yer alan tüm parçaları buna göre organize etme (araçsallaştırma) zorunluluğuna mahkûmdur: Bu mahkûmiyet, insanın akıl vasıtasıyla neden özgür olamayacağına bir cevap verdiği gibi sosyal dünyanın taşıdığı anlamın kurgusallığının (ve aynı ölçüde değersizliğinin, doksik yapısının) yanı sıra neden durmaksızın bilgi üretildiği sorusunun da cevabına gönderme yapar.

Sosyal dünyaya ilişkin düzenleme güya evrendeki düzene istinaden kurulurken doğanın işleyişindeki (kelimeye ruhunu veren) tabiîliğin ve kendiliğindenliğin yerine bu düzenin çerçevesini yine sözkonusu çıkarsamayı yapan akıl çizer: Yasalar akıl tarafından hesaplanarak tespit edilir. Neden şöyle ya da böyle olmalı? sorusunaysa akıl kendi kendine gönderme yaparak cevaplar oluşturur: Aklî olan odur, -fakat doğal olan değil. Horkheimer'ın dediği gibi öznel akıl, "Amaçların kendilerinin de akla uygun olup olmadığı sorusunu bir yana bırakmıştır." Bunun ortaya çıkardığı paradoks -insandan bağımsız olarak, onu hâlâ içinde tutan doğa tarafından diyalektik mekanizm (her şey zıttıyla kaimdir) ile çözümlenir ve aşılır: Sözkonusu kendi kendine gönderme yapmak (logos-merkezlilikten doğan) işlemiyle insan topluluklarının yaşam dünyasında kanun ya da düzen ihdas eden akıl, sürekli olarak kendini aşmak suretiyle bilgi üretimine başvururken kendi kendini yok etmesi doğal diyalektik sayesinde sürekli ertelenmiştir. (Burada erteleyici olarak anılan doğal niteliği, doğanın kendi mekanizmasında bulunan gücün biçimlendirme kabiliyetine işaret eder: Doğal yaşamda -tıpkı saatin kurulması gibi hayatın işlerliğinin sağlanması kudretin/enerjinin etkinliğiyle (hareket etmeyen muharrik güç ile) gerçekleşir ki insan türünün de -çevre olarak görülen doğa üzerinde hâkimiyet kurma çabası -buna ilerleme, uygarlık ve kültür de denilegelmiştir, arttıkça kendi içindeki doğal işlerliğe karşı denetimini giderek daha fazla yitirmiş olması/var oluşu üzerinde doğal itkilerin şiddetlenerek etkinleşmesi -ki diyalektik burada etkinleşmiştir, akıl yoluyla üretilen kanunların yıkıcılığı karşısına doğal olanın baskınlığını çıkarmıştır. Bu baskınlık, düzenle hiçbir ilişkisi olmayan uyum ilkesinin ifadesinden başka bir şey değildir: Düzen fikrinden farklı olarak uyum/ahenk, bir amaçsallık etrafında organize edilmiş parçaların uyumu değil, sonsuz olasılık dalgalarının hesap edilemez rastgeleliği ve bitimsiz akışıdır. Bu hesap edilemezlik niteliği kuşların buğday biriktirmemesinin, rüzgârın bulutları sürüklemesinin hep bir bilinmezlik olmasının, geleneksel/ilkel insanın amaçlara göre değil İlke'ye göre hareket etmesinin sebebidir. Modernleşmenin koyulaşması ölçüsünde amaçsallık ve rasyonelliğin yoğunlaşması da İlke'den kopmuş bir akla sürekli müracaat etmekten ileri gelir. Akıl aşılamadıkça kısmî bir içgörü dışından duyumsanamayacak olan ahenk ise düzenden çok uzak bir anlamda bütünlüğün aklî sınırlarının ötesinde her şeyin zıttıyla kaim olduğu akıştan başka bir şey değildir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder