9 Aralık 2015 Çarşamba

Sembolün Yitimi ve Teolojik Ruh-Beden İkiliğinin Eleştirisi


Fârâbî'nin Varlık anlayışından söz edilirken geleneksel filozofların ziyadesiyle sembolik dil kullanımına müracaat ettikleri, çünkü zihinsel bilgi kodlarıyla anlaşılamaz ve aktarılamaz olan bir bilgi türünden hareket ettikleri izah edildi. (Fârâbî'nin Medinetü'l Fâzılası) Bilgiye ilişkin bu tasnifte metaforik düzlem sembolik ve alegorik anlatım şeklinde temelde ikiye ayrılır. Modern dünyada özellikle felsefenin ve ona bağlı olarak bilimlerin analitik yönteme yönelişleri sebebiyle bilgi de analitik karaktere hapsolmuş ve bu durum, sembollerin birer alegori gibi okunmasıyla neticelendiği için öze ilişkin bilgi (ki Öz'ün bilgisi, Bilgi'nin özüdür) yerini formel olana bırakmıştır. -Zaten pozitivizm sorunu da buradan doğar. Semboller uygun bir biçimde değerlendirilemeyip alegorik bir okuma yapıldığı için Fârâbî'nin eseri de bir ideal toplum modeli olarak yorumlandı çokca. -Yinelenmeli ki Rönesans döneminde yaşamış olan Thomas More'un Ütopya'sından önce bugün anlaşıldığı biçimde bir "ideal toplum tasarımı" ya da "ideal şehir tasarımı" yapılmamıştır. İsnat edilen eserlerin "derdi" farklıdır. Öyle olduğu düşünülen Devlet gibi bu eserlerin tamamı birer ontik vizyondur ve sembolik bir dille yazılmışlardır. Ki tasarım toplumu gibi şehir planlamacılığı da Rönesans'ta başlamıştır.

Bu konuların özünde yatan profan eğilimleri görme yetersizliklerine rağmen Rönesans konusuyla ilgili sahte eleştiriler özellikle dinî çevrelerde çok sık gözlenir: Bu çevrelerin, modernlik eleştirileri gibi Rönesans eleştirileri de anlamsız ve felsefî açıdan hiçbir şey söylemeyen laf kalabalıklarından müteşekkildir. Öyle ki bu döneme ilişkin olarak rasyonalizm ve hümanizmin de sadece isimlerini eleştirme eğilimleri Descartes eleştirilerinde yoğunlaşır. Fakat bu eleştirilerinin sebebi Descartes'ı bilmemek ya da yanlış anlamış olmaktan ileri gelir. Ki Descartes'ın metafizik açısından eleştirilen yönünün, var olmayı düşünmeye indirgemesiymiş gibi davranırlar ve fakat bunda tam olarak neyi eleştirdikleri de belirsizdir. Çünkü teolojik düşüncenin istisnasız bütünü, zahirî eğilimler kuşanmış olarak düşünme eylemini "akıl" itibarıyla felsefenin odağına yerleştirir ve şer'î hüküm ile akıl arasındaki koparılamayacak/zorunlu ve yani gerektirme ilişkisi içeren bağ nedeniyle rasyonalisttir. Rasyonalist bir felsefeninse Descartes'ın metafiziğini rasyonalist diye eleştirmesinin ne gibi bir anlamı olabilir? Descartes esasen modern teolojik düşüncenin öncüsüdür. Ki ruh-beden ilişkisine dair yaklaşımı bugünkü teolojik düşüncenin de temel hareket noktasıdır, kartezyen felsefe itibariyle bugün geleneksel felsefeyi anlamaya çalışanların aşmakta zorlandıkları bilinç durumunun kurucularındandır: Ruh ve beden düalizmi üzerinden biçimlenen teoloji ve modern metafizik, madde-mana ikiliğine zorunlu olarak girmiştir ve bu ikiliğin kendisinden çok onları birbirinden ayrı tözler üzerinden anlar hâle gelmeleri sorunludur. -Çünkü söz konusu ikiliği akla teveccühleri nedeniyle aşkınlık vasıtasıyla kuramadıkları için bir karşıtlık biçiminde tasavvur ederler. Bu sebeple metafizik denildiğinde ruhlar, periler âlemi anlaşılır durumdadır. Platon'dan söz edildiğinde ifade edilecektir ki bu sahih bir metafizik değildir. Metafizik maddeden ayrı olarak düşünülemez. Bu dezentegrasyon, analitik bir metafiziktir ve geleneksel metafizikle hiçbir ilgisi yoktur. -Yine "Dinlerin aşkın birliği"nden söz edildiğinde perennial felsefenin öğretisinden bîhaber olma dolayısıyla Varlık'ın Teklik/Vahdet sıfatını birimsel biriciklik gibi algılarlar. Oysa, zaten her şey biriciktir...

Sembol ve bilgi ilişkisine dönersek nihayet şöyle özetleyebiliriz: Bilgi'nin özü olarak Öz'ün bilgisi, sadece Öz'ün kendisinde mevcuttur ve hiçbir surete indirgenemez. Bu sebeple onun tecrübe edilmeksizin anlatılmasının, ifade edilmesinin hiçbir yolu bulunmamaktadır. Tam da bu sebepten ötürü "bilen söylemez, söyleyen bilmez" ilkesi işlevseldir; söylenmek istense de söylenemez bir bilgidir bu. Semboller alegoriden farklı olarak bir şeyi ya da bir durumu ifade etmeye çalışmazlar sadece birer "hatırlatıcı"dırlar. Platon'un bilgiyi (episteme'yi) hatırlama olarak ifade etmesi, onun insanın yaradılışında bir veri deposu gibi yükleme yapıldığı ve zamanla bu depodan çıkan bilgileri hatırladığı gibi bir anlam ihtiva etmez. Böyle bir anlam nihayetinde bilginin edinilebilir bir nesneye dönüştürülmesidir: Gerçek bilginin Öz'ün bilgisi olmasının anlamı, kişinin ancak (görsel, işitsel, aksiyonel vs.) semboller üzerinden hareket ederek, Bilgi'nin özüne geri dönebilir olmasıdır ve bu Öz'de kişinin formal yapısı, ferdiyeti/öznelliği olamayacaktır. Öz'e dair düzeyde bilgi bütün olarak -ve kişi de ona entegre olarak mevcuttur. Her form, Öz'ün bilgisinin tahakkuku için birer araç mesabesinde olduğu için istisnasız tamamında Öz'ün bilgisi mevcuttur. (Metafizik Bilginin Tahakkuku)

Schuon şöyle der: "Öz, sahip olduğu sınırlanamazlık niteliği dolayısıyla forma indirgenemez." (Varlık, Bilgi ve Din) Dolayısıyla gerçek bilgi olan Öz'ün bilgisi de forma indirgenemez. Formdaki -formdan edinilecek bilgi, değişme yasalarına tabi olduğu için formu takip ederek Öz'ün bilgisi de edinilemez. Onun tespitini açarsak formdaki bilgiye itimat etmek (ki bu zahirîcilik denilen yoldur), Öz'ü formun bir işlevi gibi görmektir; form Öz'ü taşır ve yansıtır ancak Öz'den maksat onun sonucu olan forma ulaşmak olur: Bu, bir anlamın var olmasının maksadının ona işaret eden kelimenin var olmasını iddia etmek gibidir. Bu sebeple zahirî bilgiye itimat da anlam ile değil form ile meşgul olmakla sonuçlanır. Bunun da doğal sonucu, Hakikat'e ilişkin tek bir form olduğu veya tek bir yol olduğu zannıdır. Diğer taraftan Öz'ün temel kıstas olmasına dayalı bilme biçimi, formları bu kıstas üzerinden "değer"lendirir; formu, Öz'ün bir işlevi olarak dikkate alır, form sadece bir anlamın taşıyıcısıdır, oysa esas olan anlamın kendisi yani Öz'dür.

Burada yine Platon'a dönersek, metafiziği maddenin dışında ya da ötesinde (bu ötelik aşkınlık olarak imkânlara değil uzaklığa işaret eder) kavrayış söz konusu olduğunda onun idealardan söz etmesi, formdan uzakta bir öte-âlem gibi anlaşıldığı için episteme'nin "erişilecek" bir nesne olarak tahayyülü hatasına düşülmekte. Modern teolojik düşüncenin kaynağının kartezyen felsefe olması ile ruh-beden ikiliğinin bir dezentegrasyon üzerinden tahayyülü bu noktada, gerçek bilgi (episteme) ve insan -ya da akıl arasındaki ayrılıktan ileri gelir. Buna göre insan akıl ile bilgiye erişebilecektir. Oysa en basit düzlemde dahi gerçek bilginin ideaların bilgisi olması dikkate alınırsa akıl ile ideaların nasıl kavranılacağı sorusu cevapsız kalmaktadır: Akıl ancak nesneleri birbirine bağlayarak, çözerek, kıyaslayarak kavrayabilirken ideaları nasıl nesneleştirebilecektir? Buna elbette sadece Descartes'ın metafiziğinde cevap vardır: İnsan ruh sahibi tek canlıdır ve ruhun işlevi düşüncedir... İnsana ilişkin ruh sahipliği iddiasının da modern teolojinin sahte sığınaklarından olduğunu ayrıca izaha gerek var mı? Ve tabi hemen burada Guénon'un sembolizmle ilgili tespiti aktarılmalıdır: "Sembolizm tam olarak gayr-i insanî (non-humain) bir şeyi ifade eder." (İnisiyasyona Toplu Bakışlar) Varoluşu, insanî olan ile sınırlama eğilimi doğal olarak sembolizmin de ideaların da kavranmasının önündeki en büyük engel olarak zaten en başta değinildiği gibi bir sapma içererek sembolik olanı alegorik olana indirger ya da Öz'e ilişkin bilgiyi formel olarak kavramaya çalışır. Bu durum basitçe ruh konusunda kristalize olan sapmadan ileri gelir ve sonuç olarak var olmak da düşünmeye indirgenmiş olur. -Şu tanıdıktır: Kainatın lojik bir düzen içerdiği (düzenin var oluşa içkinliği) iddiası da zaten burada başlar.

Şu hâlde imkânları da ihtiva etmesiyle zamansız ve sınırsız, aşkın olana (Varlık'a) dair ontik vizyondan neşet eden bilgi, teolojinin doğası itibarıyla bağlı olduğu akıl ile sınırlandırılmak istendiğinde ne olur? Varlık ve tabi onun bir üretimi olarak tahayyül edilen kainat insan-biçimli kavranır. Sebebi basittir: Akıl ancak kendinde olan ile kıyaslama yaparak bir tanımlamaya gider, çünkü akıl dile tabidir ve dilin sınırlarını aşamaz, aşması akıl-dışılıktır. Fârâbî'nin Medinet'ül Fâzıla'da söz ettiği şehrin, sokaklar, caddeler, meydanlar olarak ve orada kalbe benzettiği Reis'in (insan-ı kâmil) insan olarak anlaşılmasının sebebi de işte bu insan biçimli düşünceye tabiyettir. Filozofun, bildiğimiz sûrette bir yerleşim yerinden söz etmediği gibi Reis dediği de insan değil tecelli-i Hakk'tır. Söz konusu yazıda belirttiğimizi tekrar edersek Fârâbî'nin tüm işareti nebevî düzenin arketipine ilişkindir. Dolayısıyla zamansal veya mekânsal bir ideale işaret etmez. Bu işaret de zaten ancak ruh-beden arasında bir ayrıştırma yapan ve farklı tözlere sahip oldukları iddiasını taşıyan bir sapmanın ürünü olacaktır ki bu sapma, Platon'un idea kavramıyla ideal sözcüğünün ilişkisini bütünüyle yanlış anlamaktan ileri gelir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder